Belki sandığın kadar kötü değildir dünya… Kötü deyip kaçtıkların, sığındıkların kadar kötü, değil. Hangi kötü? Kimin kötüsü?
O gemiye binip gidenler… Bugün uzaklardan bize gülümser. İnsan duymaya hazır olmadıkça; dağ söyler, taş söyler. Oysa, birilerinin ona söylemesini bekler.
Kimse doğa kadar sevmeyecek bizi, kimse, bizi yaratan kadar… Bizse hep arayıp duracağız bizi sevecek, bizi çok sevecek birilerini…
Korkacağız güçsüz görünmekten… Hayal kırıklığına uğratmaktan… Uğradığımız kırıklarını hayallerimizin, halının altına süpüreceğiz. Nasıl olsa daha, epey genciz deyip ne gençliğimizin ne de gençliğin geride bıraktığı toyluğun değerini bileceğiz.
Sevmedik diyemeyeceğiz. Şükür ki sevdik. Sevilesi olmasak, sevemezdik. Kendimizle bozulmuşsa aramız, faturasını kimseye çıkaracak değildik. Sessizce çıkar, gideriz. Vedalaşsak ölür gece, öyle bir çıkıp gidelim, sanki birazdan döneceğiz, nasılsa, alışacağız gelmedikçe, yine de bekleyeceğiz. Beklemezsek ölür gece ve biz Ay’a ihanet edemeyecek kadar diriyiz.
Sessizliğin tadı vardır, yorgunluğun armağanı… Bir yudum aldığımız yaşam, sadece ağzımızı ıslatmazdı, kalbimizin ateşini de yakardı ve yananlar, yananları, küllerinden tanırdı. Cennet, basıp geçenlerin, geride bıraktıkları… O yüzden gülümsemek, yaşamak ve sadece yaşayanlar, gülümseme şansı kazandırdı.
Bir bahar daha geçti. Hiç papatya kurutmadım; çünkü kuruyanın yokluğunda, tükenmiş ümitler beslemekten, çok daha onurluydu, yine geleceğini bildiğin baharda açacak papatyaların, hayaliyle gülümsemek…