Cahide Sonku… Bir dönemin efsane ismi! Türk sinemasının ilk kadın yıldızı ve rejisörü! Şöhretin dorukları ve birgün kaldırımın soğukları… ‘’ Ayakkabısından şampanya içilen kadın ‘’ olarak ünlenen ve birgün bir bekçi kulubesinde öldüğü söylenen… Türkan Şoray’ın kendisini tanımadığını iddia ettiği… Bu ona ne kadar dokunmuş… Zeki Müren’in ilk filminin yapımcısı! Gülriz Sururi’nin ‘’Kıldan ince kılıçtan keskince’’ kitabındaki satırlardan hatırlıyorum, bir Türk kadını olarak Türk tiyatrosunda nasıl idol olarak kabul edildiğini… Bir yerlerden son dönemlerinde Markiz pastanesinin kaldırımına oturup bacak bacak üstüne atarak sigarasını içtiğini duymuşum… Birgün Beyoğlunda bir garson ‘’ Git şuradan sidikli kadın! ‘’ dediğinde, ‘’ Sen benim gençliğimde olsaydın!… ‘’ dediğini okumuşum… Son zamanlarına doğru kendisine ödül verilmek istendiğinde, belki de uygun olacağına inandığı bir elbisesi olmadığı, belki gururundan, belki küskünlüğünden o ödülü almaya gidemediği ya da gitmediği… Birden tüm bunlar aklıma üşüşüyor parça parça ve ışıklar sönüyor, sahne ışıkları yanıyor, Nilüfer Açıkalın beliriyor.
İçindeki Cahidenin onu ürküttüğünü hissediyorum. Nilüferi kaybetmekten korkuyor sanki ya da Nilüfer olduğuna inandığını… Sahnede bir savaş var gibi… Ara ara Cahide Sonku beliriyor. Ara ara Nilüfer Açıkalın… Cahide Sonku daha şehvet yüklü bir kadın olabilir miydi? Soğuk ve mesafeli miydi? Dişiliğinin farkında mıydı, değil miydi? Kibri, derindeki bir sancıdan besleniyor olabilir mi? Erkeklere miydi küskünlüğü, yoksa onu terk eden babasına mı? Bunlar birbirlerinden ayrılabilir miydi? Yalnızlıktan korkuyordu Cahide! Belki etrafına örmek istediği buzdan saray bu korkunun ona ulaşabilmesini kırabilmek içindi. Anlaşılan başarabilmiş değildi. O bir anneydi. Tanımlayamadığı bir duygu olduğunu hissediyorum anneliğin onun için… Suçluluk vardı. Annesinin öldüğü gün sahneye çıkmış ve dans edip şarkılar söylemişti. Bence hala şoktaydı ve aslında bu ölüme hiç de hazır değildi. Profesyonel kimliğin onu koruyabileceğine inanmak istemişti. Alkışların onu koruyabileceğine… Alkışlar her şeyin önüne geçtiğinde, her şey de onu kendiyle birlikte terk etmişti. O tüm bunları belki de çok önceden sezinlemişti. Belki kalemi kıran kendisiydi. Herkesin en korktuğu senaryoyu seçmişti ve bunu yaşamıyla sahnelemişti. Çok mu akıllıydı, yoksa deli miydi? Kim bilir? Cesaretin varabileceği son noktanın ne olduğundan kim bahsedebilirdi ki… Hangisi daha korkakça olurdu? Her şeye rağmen yaşamak mı? Oyunu kurallarınca oynamak mı? Asiydi, tutkuluydu, dişiydi ve küskündü… En çok da küskündü belki… Herkese, her şeye biraz küskündü… Alkol onun kaçışıydı… Taşıyamadığı kadar ağırdı duygular… Kaçmak istediğiyse de gittikçe alkol onu daha da ağırlaştırmıştı ve her şeyin uzağında, her şey de onun uzağında kalmıştı.
Hangisinin daha ağır olabileceğinin mi farkına varamamıştı? Küllerinden doğabileceğine inanmamıştı; halbuki çok daha zorunu yapmıştı. Hala yanıyorken, sönmüş gibi davranmaya çalışmıştı ve sıkışan bu yangın, etrafa haykırışlarla saçılmıştı. Ölümü bir çığlıktı, tiz bir çığlık! Kim kaçmaya çalışmışsa da bu çığlıktan, mutlaka bir köşede onu kıstırmıştı.
Tüm bunlar bir saat kadar bir zaman diliminde anlatılır mıydı? Muhakkak anlatılırdı. Anlatıldı. Cahide içimizde uyandı ve kekremsi bakışlarıyla bizi karanlıkların içine alıp gölgelerimizle burun buruna getirdi. Cahide yaşıyor! Tıpkı tüm yaşayanlar gibi! O, seçtiği yolda yürüdü. Belki ayık değildi; bununla birlikte uykuda da değildi. Ruhunun gözleri açıktı. Kaybettiğini kaybetmemiş gibi yapmak istememişti; çünkü o aslında çok daha öncesinde kaybettiğini bilmekteydi. Buna gözlerini kapamak yerine, gözlerini açmayı seçseydi, her şey değişebilir miydi? Bunu bizim yapmamızı istemiş olabilir miydi?
Sevgi! Sevgiydi istediği! Şefkat! Bunu dile getirebildi mi? İfade edebildi mi? Buzdan saray görüntüsü buna izin verdi mi? Şehvetle mi örttü bedenini? Bu bildiği tek şey miydi? Sevilmek isteğinin yerini sevişilme arzusunun mu aldığını görmek istemedi? Herkesin hayran olduğu o kadın kendiyle kavga halinde miydi? Bu sevgiyi gerçekten hak ettiğine mi inanmak istemedi? Öyle olsaydı babası onu terk eder miydi? Bir çocuğun yüreğine saklanan duygular onun tüm yaşamı olabilir miydi?
Cahide Sonku, Pandora’nın kutusuydu ve bu kutuda neler yoktu ki! Dişiliğin en karanlık ışıkları saklıydı burada! Venüsün karanlık yanı, gölgesi! Bir yay burcuydu! Kibri, asaletiydi. İstediğiyse biraz oyundu belki! Sahnesi yaşam, yaşamı sahne oldu! O sahnede bizden bu kez alkış değil, oradan kendimizi bulup almamızı istiyordu ve oynadığı rolü o kadar içselleştirmişti ki belki yaşama kapattığında gözlerini, bir yandan o hala geleceğini umduğu alkışları beklemekteydi.
Nilüfer Açıkalın, Cahide Sonkuyu anlayabilmiş miydi bilmem; bununla birlikte bence onu Cahide Sonku seçmişti ve onu korumak, yüreğinin ışıklarını yaşama açmaktı istediği… Bunu başarmış olduğunu umuyorum ve yaşamın pencerelerini bir zemin katının havasız ve rutubetli odasından bize açan tüm …Tiyatro –‘’KEYFİ’’ ekibine teşekkür ediyorum. Biliyorum ki olan her şey emekti ve emek hep çok değerli!
Şimdiden iyi seyirler dilerim…