Kendinize gelin; en güzel yer orası
Duygular bize duygusallık denizlerinde boğulmamız için verilmedi. Bu nedenle, insanın, onaylanmak adına sürekli kendini pazarlaması ne acayip bir şey.
Sabır, acı, özgürlük, sevgi ve etik. Spiritüel ahmaklıklar ve düzen sayesinde içi boşaltılmış kavramlar olsalar da gerçeğin özüne ulaşmak için adım adım birbirlerinin içinden geçtiklerini yadsıyabilir miyiz?
Yazın en sıcak günlerinden biriydi. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Paranoyak şizofreni teşhisi konulan arkadaşım ilaçların etkisi altına bile uyuyamadığını söyledi. O yıllarda kısmen aydınlanana dek köle gibi çalışarak işletmesini üstlendiğim pansiyonun çoktan ışıkları sönmüş olan restoranının açık bölümünde bir masaya oturduk. Onun içki içmemesi gerekiyordu ilaç aldığı için. Ben bir tek Tekila alıp diktim kafama. O zaten rakıcıydı.
Karanlığın siyahla lacivert arası bir renge büründürdüğü denizin üzerine sönmekte olan ayın ışığı düşmüştü. Dalgalar ışıldayarak sahildeki kumlarla sevişiyordu.
Sıradan insanlar ki onlar Dünya’nın çoğunluğunu oluşturuyorlar; gündelik hayat içinde yaşadıkları aşırı durumları, ilişkileriyle ilgili olan her şeyi olay haline dönüştürüp, aileleriyle olan çatışmaları da sıradan hayatlarını sürdürmek için sürekli yineleyerek anlatıyorlar. Bu nedenle acı sarmalının içinde hapsolmuş durumdalar. Savaşçılar ise bütün bu olayların ardındaki erk öyküleriyle ilgilenirler ve anlatımları anlattıkları kişilerde duygu yaratmaz, adeta çılgınlığa davet gibidir. Zaten, başka türlü kişisel hayat öyküsü silinemez. Bilinmezliğe ve özgürlüğe atılan adım doğduğumuz andan başlayarak bize kılıf biçilen tanımlanmış kişilikten çıkmakla mümkün.
Konuştuğumuz şeyler her ne kadar kulak misafiri olacak kimsecikler olmadığı için samimiyetin gölgesiz çölündeki hikayelere benziyorduysa da ikimiz de biliyorduk ki, bu çölde hep kendi yarattığımız vahalarda gezinmekteydik.
Varoluşun gizemli olduğunu söylerler. Varoluşu yaşayan sadece o gizemin farkına varır. O gizemi yaşamak mı yoksa sorgulamak mıdır savaşçının varoluş yolculuğu? Kendi özünü Kabul etmek midir yoksa diretileni mi sineye çekmek?
“Kendin ol kendini kazan derim ben” diyerek ikinci kadeh Tekila’yı diktim kafama.
“En güçlü gizem orada. Çünkü insanın kendine olan yolculuğu asıl bilinmeze yolculuk değil mi? Kimse benim elimden tutamaz elimi boşa uzatmadıkça. Her birimiz kendi uçurumumuzun kıyısındayız. O kıyı o kadar güzel ve biricik ki. Orada sadece kendinize gelin. En güzel yer orası.”
“Uyuyamıyorum, okuyamıyorum, şiir yazamıyorum; yapmaktan tat aldığım hiçbir şeyi yapamaz oldum” diye yanıtladı beni.
Belli ki hastalık teşhisini kabul edip aldığı ilaçlar tüm erkini tüketmişti. Onca sıcak bir gece olmasına karşın içim ürpertiyle titredi, yine o bildik hüzün dalgasına eşlik eden bir yıldız kaydı denize doğru. Hissettiğim şey arkadaşımın omuzunun üzerinden gülümseyen ölümdü.
O Dünya’nın arka bahçesini görmüş ve orada kaybolmuştu. Birkaç ay sonra bir kuş olarak yüksek bir binanın tepesinden süzüldü ve bilinmezliğe uçtu.
Bilgisayara aşırı saldırı olup çok virüs girince, format atılır her şey sıfırlanır. Fabrika ayarlarına geri döner. Nihayet insan denen organik robot için de o noktaya gelindi. Ne yazık ki yeterince ve yeterli sayıda insan; kendini insan olabilecek biçimde güncelleyemedi. Önce insan bütünlüğüne ulaşman gerekir ki kalıptan çıkabilesin. Oysa virüsler bile kendi genetik kodlarını değiştirip güncelliyorlar kendilerini. Artık, insan türünün işletim sisteminin formatlanıp yeniden kurulma zamanı geldi. Tabii ki formatlanırken yedekleme yapmazsanız her şeyi unutursunuz. İnsan biyolojik robot olarak bu açıdan şanslı bir özelliğe de sahip. Özgür irade. Ama onun da yetmediğini gördük. Ayrıca atılan her bir format hard diskinizin çizilmesine yani insan türünün ömrünün azalmasına sebep oluyor. Bu dünya üzerinde daha önce de yaşanmış zaten. Kaybolan uygarlıklar, kıtalar. Onların da çoğu unutmuş olarak her şeyi yeniden yapmayı öğrendiler. O yüzden yedekleme önemli ki aynı dangalak hatalar yeniden yapılmasın. Doğaya, hayvanlara, çocuklara, yaşayan her şeye saldırı, sömürü, eziyet sonucu açılan çiziklerin hepsi kayıtlı hafıza kartlarında. Kişisel önem ve kibir virüslerin sisteme girmesi için kapı açıyor.
Kesinliğinden emin olmadığı halde olumsuz varsayımlarda bulunan insanların yüzde doksanının kişisel önemlilik, kibir, ego gibi özellikleri çok gelişmiş olmalı. Varsayımları doğru çıkarsa, haklılıktan duyacakları hazza odaklanarak, gelecekte yaşıyorlar. Bilgiden çok tüketici bir enerjinin çarpıttığı algı bozukluğuyla varsayımda bulunuyorlar. Bilgi ile bilgelik arasındaki uyumsuzluk bu. Bilge insan varsayımda bulunmaz. Bir savaşçı, Deliliğin Onurlu Yalnızlığı’nda yaşamayı bilir.
Sıradan insanın en büyük aymazı sürekli bir beklenti içinde olması ve aslında farkına varmadan ölümü beklemesi. Yaşayanın beklemekle alışverişi yok. Ağaçlar baharı beklemezler, onun geleceğini bilirler. Genetik kodlamaları bilir bunu. Ve tavadaki yağ yanmışsa aşın kokusuna siner. Duman altında kalırsın. Geçip giden trenin ardından bakakalırsın.
Arkadaşımın omuzunun üzerinden gülümseyen ölümüyle göz göze geldikten sonra ona çadırına kadar eşlik ettim, sonra da dönüp bir Tekila daha içmek üzere aynı masaya oturdum. Yapabileceğim bir şey yoktu. Hava biraz daha serine geçmişti.
Zaman yine felekle birlikte yok olmuştu. Sırtına bir havlu atmış genç adam karanlığın içinden çıkıp geldi. Bilinmezliğin kapısının aralandığı anlardan biriydi.
“Merhaba, hoş geldin” dedim. “Merhaba, kalacak yer arıyorum” diye yanıtladı. Ben; “Seni bekliyordum ben de, evet burada kalabilirsin” deyince; şaşkın bir sesle, “Pardon karanlıkta yüzünüzü göremedim. Tanışıyor muyuz?” diye sorunca; “Hayır henüz tanışmıyoruz” diye gülümsedim; “ama bundan birkaç yıl sonra tanışıp çok iyi dost olacaktık zaten, o yüzden gel otur birlikte bir kadeh de seninle içelim” dedim.
Ay denizde kayboldu.