Ben ve benim yaşımdakiler Cumhuriyet tanığı aile büyüklerini gören sıradaki son nesillerden olabilir. Zira hem annemin hem babamın ebeveynleri Osmanlı topraklarında doğmuşlardı. Bu sebeple de Osmanlı’nın yıkılışına, Millî Mücadele’ye ve elbette Cumhuriyet’e denk gelmişlerdi. Anneannem bu dört atadan biriydi. Hiç unutmam bir keresinde ona “Atatürk’ü görüp görmediğini” sormuştum. Hevesle anlatmıştı iki kere nerede ve nasıl ona rast geldiğini, kalabalıklarda uzaktan onu nasıl izlediğini. O zamanki akıl kayıt aldırmadı bana ama hafızaya da fazla güvenmemek gerek. Bugün itibariyle detayları fazla hatırlamasam da yüzünü bürüyen ışık, gözlerindeki pırıltı, sesindeki coşku tüm canlılığıyla hâlâ aklımda.
Anneannem Cumhuriyetin aydınlık kadınlarındandı. Türkçe ve Edebiyat öğretmeni, ayrıca pedagogdu. İki evlâdı vardı. İlki annemdi, ikincisi ise dayım. Her ikisini de sağlıkla kucağına almıştı almasına da oğlu dört aylıkken menenjit geçirmişti ve bu hastalık beynin -o zamanki tıbbın açıklamakta aciz kaldığı bir bölümünde- onarılmaz bir hasar bırakmıştı. İşte bu sebeple dayım ömrünün tamamını tanısı tam koyulamamış zihinsel bir engelle geçirdi.
Ben çocukken “engel” kullanılan bir tanımlama değildi. Bunun yerine “sakat” sonraları da “özürlü” gibi ifadeler kullanılırdı. Ancak hiçbiri anneannemin içine sinmemiş olmalı ki o hep dayımın durumundan (belki de geçirdiği rahatsızlığa ithafen) bir “hastalık” olarak bahsederdi. Yani dayım hep hastaydı.
Bu hasta adam, menenjitin beyninde ve vücudunda bıraktığı hasarın ıstırabını çekmesine karşın, bazı nadir yeteneklere de sahipti. Okumaya çok meraklıydı mesela. Halk Türkülerine ve Klasik Türk Müziğine bayılırdı. Ondaki repertuvar, muhtemelen bir de TRT’de vardı. Edebiyata, şiire düşkündü. Hepsinden öte muazzam bir hafızaya sahipti. Gördüğünü, duyduğunu ya da okuduğunu unutmazdı. Yıllar yıllar sonra öğrendik ki bir tür fotografik hafızası varmış ve o hafıza hiçbir şeyi silmiyormuş.
Dayım da hiçbir şey silmemesine karşın asla dolmayan hafızasını beslemek için durmadan okur, dinler ve izlerdi. Rastladığı her tür bilgiyi hatta kırıntısını kaydederdi. Mesela; İstanbul’daki evlerinde Meydan Larousse’u açar, maddelerini ezberlerdi.
Bir yaz günüydü. Ağustos’tan Eylül’e geçtiğimiz bir yaz günü. Dayım elinde tuttuğu gazeteden az önce okuduğu 30 Ağustos’ta terfi almış Kuvvet Komutanlarının, Paşaların, Albayların listesini ezberden sayarken anneannem ağır bir üzüntüyle başını kaldırdı oturduğu yerden.
“Fayda vermeyen ilim işte bu,” dedi anneme.
Konuya ilk anda adapte olamayan annem neden bahsedildiğini anlayamamıştı.
“Peygamber diyor ya,” diye açıkladı bunun üzerine anneannem kızına. “Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım, diye.”
Sustular. Ben ilk kez duymuştum bu yakarışı. Neden sonra anneannem açıklamak ihtiyacıyla tekrar konuştu:
“Bilmediği şey yok ama neye yarıyor? Hasta değil de normal olsaydı bu bilgiyi kim bilir nerelerde kullanırdı? Herkese her şeye bir faydası olurdu. Oysa şimdi deryada olup deryayı bilmeyen balıklar gibi.”
Kendisinde nadiren rastladığım bir mutsuzluk ve sitem anıydı anneannemdeki. Öte yandan ilim ve fayda vermemek ikilisine ilk kez rast gelmiştim. O güne kadar ilim benim için iyileştirici, değiştirici ve ilerletici bir kavramdı. Fayda vermemesi aklımın ucundan geçmezdi, hele ki zarar vermesi…
Fakat yaşadıkça ilim sahibi olmak kadar bunu kullanma şeklinin de belirleyici olduğunu gördüm, bizzat tecrübe ettim. Ne bilgili ne ilim sahibi insanlara rast geldim ki kimseye faydaları yok. Kimisinin işi şifa vermek ama o para kazanma derdinde, kimi adalet sağlayıcı ama etrafındakilere bile adil değil, diğeri mali konularda uzman ama tüm mahareti cebini doldurmak, öteki güvenlik sağlamak yerine izlemekte… Sadece insanlar değil kurumlar, işletmeler hatta sanal ortamlar bile böyle… Kimi finans kuruluşları ilmi, maddi ve mali tüm birikimlerini müşterilerinin ekonomisini değil kendilerininkini düzeltmek için kullanıyorlar, güvenilir addedilen bilgi kaynakları birtakım yöntemlerle doğruların arasına serpiştirdikleri yanlışlarla sosyal, ekonomik ve bilimsel alanları yeniden biçimlendirmeye uğraşıyorlar, sanal dünyanın temeli kodlamalar, yazılımlar hatta yapay zekâ zihni ilerletmek yerine geriletmek için çalışıyor sanki. Barışı sağlamak için atom bombası kullanmak savaşı bitirmiştir gerçekten de ama ne kadar uygundur evrensel bilim kurallarına? Ya da bir hastalık için geliştirilen ilacın daha sonra kazanç hâline gelebilmesi için aynı hastalığın tetiklenmesi ya da ilaç formülünün o hastalığın devamını sağlayacak şekilde sınırlanması ne kadar ahlakidir? Neyse ki sahip olduğu ilmin değerini bilen, bilgisini ve ilmini fayda getirmek için kullanmaya çalışanlar da var. Bu sayede dengeleniyor ya da en azından yaşanabilir oluyor dünya.
Anneannemin aramızdan ayrılmasının üzerinden çok zaman geçse de söyledikleri her zaman rehberlik etti ve terazi oldu bana. Farkında ya da değil giriştiğim her işte hep bir “fayda” aradım, hâlâ da arıyorum. Her ne yaparsam yapayım elimde olmadan kime, neye, nasıl bir fayda sağlar diye sorguluyorum. Bu gayret ve yukarıda anlattıklarım bana şunu gösterdi ki; yaşadığımız çağda iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın ya da diğer zıtlıkların mücadelesi epey geri planda artık. Şimdi tüm mücadele fayda veren ilim ile fayda vermeyen ilim arasında geçiyor. Kimin kazanacağı ise tamamen bizim seçimlerimize bağlı. Peki sizin seçiminiz ne?