Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Güneşin altında yeni hiçbir şey yok

Dünya Dışı Yaşam ve İnsanlık

Dünya dışı yaşam olgusu her ne kadar son 100 yıldır gündemimizde yoğun olarak yerini almış gibi gözükse de aslında binlerce yıldır insanlığın tekamülü ile iç içe geçmiştir. UFO’ları ve dünya dışı temasları, insanlığın yaşamından pek ayrı düşünemeyiz. Üstelik içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıl’da artık birçok belge ve kanıta da sahip olduğumuz bir gerçekken, neden hala bu konuya bu kadar şüpheci yaklaşıyoruz? Bunun sebebi korku olabilir mi? Peki bu korkunun sebebi ne olabilir? Şu zamana kadar inandığımız, bildiğimiz gerçeklerin bir anda tepetaklak olacağını düşünmemiz midir bunun sebebi? Belki de otoritelerinin güçlerini kaybetmesi korkusudur bu. Tabi bunların üzerine bir de bu durumu henüz değerlendirebileceğimiz teknolojiye ya da doğal algılama yeteneklerine sahip olamayışımızın etkisi de eklenince, yerini safsatalara ve korkulara bırakıyor.

Dünyaya benzer gezegenlerin var olduğu artık bilinmekte. Ancak içinde yaşam olmasını sağlayan koşulların dünya ile özdeş olmasını bekleyebilir miyiz? Bunun cevabı ‘hayır’ olacaktır. Zira dünyamızda bile oksijene gerek duymadan yaşayan canlılar olduğu görülmüştür. Tel Aviv Üniversitesi’nde çalışan Dayana Yahalomi önderliğindeki bir araştırma ekibi Henneguya Salminicola adı verilen yaygın bir somon parazitinin oksijensiz yaşadığını keşfetti.  O halde neden farklı gezegenlerden ya da galaksiden gelen bir varlığın farklı yaşam koşulları ve buna göre evrimleşmiş bedenleri olmasın ki? Dr. Bedri Ruhselman’ın İlahi Nizam ve Kâinat adlı eserinden de örnek verirsek; “Alemler yükseldikçe maddelerin özellikleri hem nitelik hem de nicelik olarak değişikliklere uğramaktadır. Bunlar hakkında, üç boyutlu maddesel araçlarımızla bir bilgi edinmemizin imkânı yoktur. Üstelik bizim için henüz milyonda biri bile belirgin olmayan üç boyutlu alemimiz, bu sayısız yüksek boyutlu alemlerin en gerilerindeki bir alemdir. Alemimizin mikrometrik ve makrometrik varlıkları karşısında bile bütün bilgi ve duygularımızı iflas ederken; kendimizi, bütün kâinatın üstünde görecek kadar iddialı bir duruma sokmak gibi anlamsız bir hareket olamaz. Maddelerin, basamak basamak yükseldikçe bir öncekinden daha yüksek ve daha kapsamlı madde alemlerini doğurduğunu ve sonsuzluk içinde devam ettiğini unutmamalıyız. Sonuç olarak, asla bilincimize sığmayan bu maddesiz varlıkların ve sonu olmayan alemleri bir an düşünebilsek, kendimizin ne kadar küçük olduğunu kavramakta gecikmeyiz.”

Üstad Bedri Ruhselman’ın da ifade ettiği gibi bilincimize sığmayan bu varlıkların farklı aletler ve duyu organları ile değerlendirilmesi gerekmektedir. Ama bu onların olmadığı anlamına gelmez. Bu tıpkı X-Ray ışınlarına benzer, göremesek de etkisine maruz kalırız. Çünkü farklı bir oktavda titreşir ve bu direkt olarak duyu organlarımıza hitap etmez. Ama X-Ray ışınlarının olmadığını da iddia edemeyiz. Dünya dışı yaşam ihtimalinin her geçen gün kuvvetlendiği günümüzde bazı bilim adamları ve yazarlar bu konuya oldukça olumlu yaklaşmışlardır. İşte bazıları:

Astronomi ve Uzay Bilimleri Profesörü Carl Sagan; “Dünya’da zekânın ve teknik uygarlığın gelişimi, Güneşimiz’in ana dizide yer alma süresi’nin yaklaşık ortasına rastlayan bir dönemde oluşmuştur. Orta hallilik varsayımından hareket edip tek bir örneğe dayanarak tahmin yapacak olursak üzerlerinde birkaç milyar yıldır yaşam gelişmiş olan tüm planetlerin yüksek bir zekâ ve teknik uygarlık gelişim ihtimaline sahip oldukları sonucuna varırız. Bu en iyimser bir görüşle makul bir savdır; zekanın ve teknik uygarlığın gelişmesiyle ilgili ayrıntılı hususları bilmemekteyiz. Bu durumda, evrende zeki yaşam sorununa bilimsel bir sorumluluk anlayışıyla yaklaşmak, ancak ilgili varsayımları açıkça belirtmek ve ilgili bilimsel yöntemin en yeterli kullanımını gerçekleştirmek ile mümkün olabilecektir.”

Bilim Adamı George Gallup; “Evrenin başka yerlerinde de hayat olmasaydı çok şaşırırdım. Yıldızların sayısı o kadar fazladır ki, bunların bazılarında, hiç değilse birinde bizim Güneş Sistemimiz’deki yaşam şartlarına benzer şartlar bulunmamasına olanak yok. Bizim Güneşimiz’e benzer bir yıldızın etrafındaki gezegenlerden biri üzerinde şu ya da bu şekilde beşerî bir hayatın gelişmiş olması çok muhtemeldir.”

Astronom Sebastian Von Hperner; “Şüphesiz Galaksimiz’de meskûn gezegenlerin tam olarak ne miktarda bulunduğunu ifade etmek güçtür. Ama yapılan hesaplara göre diyebiliriz ki; yaşanabilir olanların miktarı yüzde bir civarındadır ki bu da bir milyon eder.”

İngiliz Mucit ve Bilim Kurgu Yazarı Arthur S. Clarke; “Dünya-dışı yaşamın varlığı, öteki planetlerde bizi bekleyen bilinmezlerin şüphesiz en büyüğüdür. Bugün Mars üzerinde hiç değilse bitki şeklinde bir yaşamın varlığından hemen hemen emin bulunuyoruz. Bu planetin renginin mevsimlerle değişmesi olayı, son zamanlarda elde edilen spektroskopik bir delil ile desteklenerek, bu hipotezin gerçek olması ihtimalini büyük ölçüde kuvvetlendirmiştir. Mars, ihtiyar ve belki ölümün eşiğinde bir planet olduğu için orada hayat kavgası kaygı verecek sonuçlar doğurmuş olabilir. Bitkilerin bulunduğu yerde daha yüksek yaşam şekilleri de bulunabilir.”

Prof. Dr. Willy Ley; “Yalnız Samanyolu’ndaki yıldızların sayısı 30 milyar kadardır. Günümüz astronomi bilginleri, bunların 18 milyarında gezegenler sistemi bulunduğunu kabul ederler. Gezegen sistemleri arasındaki uzaklığın, gezegenlerin ancak yüzde birine bir yıldız yörüngesine girme olanağı tanıdığını düşünelim. Bu durumda, hayatı destekleyecek güçte 180 milyon gezegenle karşı karşıya kalırız. Bunların yüzde birinde hayatın gerçekten ortaya çıktığını düşünürsek, geriye 1.800.000 gezegen kalır. Üzerinde hayat bulunan gezegenlerin yine yüzde birinde Homo Sapiens’e eşit akıl düzeyindeki canlıların yaşadığını kabul edersek, Samanyolu’nda 18.000 uygarlık olduğu ortaya çıkar.”

İnsanlığın tekamülünde hep ileriye gitme söz konusudur. İleriye gitmeyen veya değişen koşullara adaptasyon sağlayamayan canlılar tarihten silinmiştir ve silinecektir de. Tarihimize baktığımızda yıkılmaz görünen bilgilere bugün gülündüğü unutulmamalıdır. Örneğin; yüzlerce kuşak, dünyanın düz olduğuna ve Güneş’in Dünya’nın çevresinde döndüğüne inanıyordu. Bugün bile buna inanan insanlarımız olsa da bu ancak çok az bir miktardır. Çoğunluk artık bunların geçerliliğinin kalmadığını bilir.  Bunun yanında uzay araştırmalarımızda elde ettiğimiz veriler, evrenimiz karşısında ne kadar küçük ve değersiz olduğumuzu ortaya koymuştur. Ancak geleceğimizin de uzayın derinliklerinde olduğu gerçeği asla yadsınmamalıdır.

Atalarımızın Tanıklığı

Günümüz modern insanı çok gelişmiş olduğunu düşünse de ilkel kabul edebileceğimiz atalarımızın çizdiği mağara resimleri, yaptıkları eserler ve buluntular hiç sandığımız gibi olmadıklarını bize göstermektedir. Mağara insanları için ilkel dememiz daha kolayken, tarımla birlikte medeniyet evresine geçen uygarlıkların pek de ilkel olduğunu söyleyemeyiz. Son bulunan kalıntılar bu uygarlıkların ileri derece astronomi, matematik, geometri vb. bilgilerinin olduğunu bize göstermiştir. Üstelik dünya-dışı yaşam konusuna da pek yabancı gözükmemektedirler. Aksine onları daha kolay benimsemiş ve tanrısallaştırmışlardır.

İlkel olarak kabul edilen ilk insanlar mağara resimlerinin bazılarında dünya-dışı varlıkları çizmişlerdir. Ama bu durum genellikle onların düzgün çizemedikleri ile açıklanarak geçiştirilmiştir. İlkel insanların ellerinden bu kadar gelebildiği için çarpık çurpuk şeyler çizdiği ileri sürülür. Fakat bu insanlar hayvan ve insan resimlerini çok iyi çizerken neden bazı varlıkların çizimlerini yamuk yumuk çizsinler ki? Ellerinden bu kadar gelmiş demek doğru mudur? Sanmıyorum. Aslında bu insanlar ne gördülerse onu çizmişlerdir.  Mesela; Güney Afrika’daki bir mağarada bulunan ‘Brandbergli Beyaz Kadın’ çizimi buna çok iyi bir örnektir. Bu kadının üzerinde kısa kollu kazak benzeri bir giysi, bacaklarını saran pantolon benzeri bir giysi olmasının yanı sıra eldiven ve terlik de giyiyor gibi gözükmektedir. Arkasında ise elinde garip bir dikenli sopa tutan ve maskeli başlık giymiş bir adam bulunmaktadır. O zamanın koşullarına göre bu iki insan çok enteresan bir tezat oluşturmaktadır. Üstelik diğer iki insana göre oldukça uzun boylu oldukları da görülmektedir.

Çizimlerin yanında bazı kalıntılar da mevcuttur. Mesela; ‘Tiahuanaco’nun Büyük Putu’ bunlardan yalnızca biridir. Bu put 7,5 metre boyunda ve 20 ton ağırlığındadır. Tek parça kırmızı kumtaşından yapılmış olan bu put üzerinde birçok sembole ev sahipliği yapmaktadır. İngilizce profesörü ve yazar H.S. Bellamy yine arkadaşı P. Allan ile yazdıkları ‘The Great Idol of Tiahuanaco’ (Tiahuanaco’nun Büyük Putu) adlı kitaplarında bu putun üzerindeki sembolleri delilleriyle açıklamışlardır. Bu semboller inanılmaz astronomik bilgiler içeren sembollerdir. Bellamy ve Allan, putun üzerindeki çizimlerde uzayın 27.000 yıl önceki durumunun betimlendiğini belirtmekte ve “Puttaki yazılar ileriki kuşaklara olanları anlatacak bir kayıt izlenimi veriyor,” demektedirler. İlkel sayabileceğimiz atalarımız bu ileri bilgileri nereden öğrenmişlerdi? Hangi araçları kullanmışlardı? Yoksa bu bilgileri dünya dışı bir kaynaktan mı edinmişlerdir? Bu, henüz kesinliğe kavuşturulamamıştır.

Bir diğer inanılmaz kalıntı da yine Güney Amerika’daki ‘Güneş Kapısı’dır. Tek parça dev bir taştan oluşan bu kalıntının 10 ton ağırlığında olduğu tahmin edilmekle birlikte yaklaşık olarak 3 metre yükseklikte ve 5 metre genişliğindedir. Kapının üzerinde bazı şekiller vardır ve bu şekillerin içinde uçan bir tanrıyı betimleyen bir şekil de mevcuttur. Tiahunaco şehri enteresan bir şehirdir. Bu şehirde bazı efsaneler kulağımıza gelir. Bu efsanelere göre yıldızlardan altın şeklinde bir gemi gelmiştir. Bu gemiden dünyanın büyük anası olmak isten ‘Oryana’ isimli bir kadın inmiştir. 70 çocuk doğurduktan sonra da yıldızlara dönmüştür. Bu kadının sadece 4 parmağı vardır. Tuhaf bir şekilde bu şehirde 4 parmaklı varlıkları gösteren kalıntılar ve çizimler de mevcuttur.

Antik medeniyetlerin tanrılar olarak bahsettikleri ve Yüce Yaratıcı ile ilgisi olmayan, daha çok bizler gibi duygulara sahip, yiyip-içebilen, gökte UFO’ları ile gezen, ileri teknolojiye sahip ve bizlere tarımı, ziraatı, sulamayı öğreten bilge kişilerdir. Bu bilge kişiler hemen hemen birçok uygarlığın tarih anlatısında yerini almıştır. Mesela; Ouetzalcoatl (Tüylü Yılan), Kolomb öncesi Mezoamerika uygarlıklarında önemli olan bir tanrıdır. Mayaların daha sonra kıyamet gününün tarihini hesaplamakta kullanacakları ileri matematik ve takvimsel formülü icat eden kişi olarak da tanımlanan bu varlık, “Karanlık bir dönemde” uygarlığın ve ışığın nimetleri ile birlikte Tivanaku’ya gelen, Andların soluk yüzlü tanrısı Virakoça’yı çağrıştırmaktadır. Aynı şekilde mitolojik anlatılarda da hemen hemen aynı bağlantıları görebiliyoruz.

“O zamanlar, atalar tanrılarla aynı dili konuşuyorlar ve birbirleriyle mükemmel biçimde anlaşıyorlardı.” Popol-Vuh

Bir diğer örnek Vimanalar’dır. Vimana, Hindu metinlerinde ve Sanskrit destanlarında anlatılan mitolojik uçan saraylar veya savaş arabalarıdır. Budist rahip  Gunavarman’ın İ.S. 4. Yüzyıl’da Seylan’dan (Sri Lanka) Java’ya uçarak, Java’nın Kralı’nı Budist yaptığını anlatan kaynaklar mevcuttur.  Rahip Gunavarman tarih öncesi devirden kalma bir uçan araca mı binmişti? Nitekim uçan araçların öyküleriyle dolu olan Ramayana Destanı’nın geçtiği yerlerden biri de Sri Lanka’dır.

Rahip Gunavarman’ın Java’ya inişinden bir gün önce Kral’ın annesi rüyasında büyük bir Üstad’ın uçan bir gemi içinde göklerden indiğini görür.  Günün ilk ışıkları Java adasını aydınlatırken Budist rahip Gunavarman ise göklerde belirir. Bu olaya tanık olanlar, parıldayan bir uçan aracın süzülerek, en ufak ses dahi çıkarmadan yere konduğunu görürler. ‘Tanrıların Habercisi’ olduğuna inanılan rahip Gunavarman, Javalılar’dan büyük bir saygı görür.

Hindistan’ın en eski metinleri olan Vedalar’da da çeşitli tipte Vimanalar’dan bahsedilir: Agnihotra(iki motorlu), Fil Vimana(ikiden fazla motoru olan), İskelekuşu, İbiş Kuşu vb. kuşların adı verilen daha başka tür Vimanalar…

Günümüzden 2000 yıl önce medeniyetimizin kurucuları olarak kabul ettiğimiz Sümerliler tıpkı bizim tarih kayıtlarımızı tuttuğumuz gibi onlar da kendi parlak geçmişlerini yazıya dökmeye ve tutmaya başlamışlardı. Bu belgelerde, yıldızlardan gelen tanrılardan bahsetmişlerdir. Bu tanrılar onlara medeniyeti bahsetmiş sonra da geldikleri yere geri dönmüşlerdir. Bu varlıkların tam olarak nereden geldiklerini ya da ne olduklarını bilemiyoruz. Tek bildiğimiz, Sümerlilerin beraberlerinde çok ilerlemiş bir uygarlık getirdikleri ve bu uygarlıklarını da onlara borçlu olduklarını söyledikleridir. Çünkü bir Sümer tableti; “Güzel görünen ne varsa, tanrıların lütfuyla yaptık” der. Tablette de yazdıkları gibi bu varlıkları tanrılaştırmışlardır. Ve bu tanrıları hep dağ tepelerinde aramışlardır. Öyle ki oturdukları bölgede dağ bulunmadığı zaman, suni bir dağ yapma yoluna gitmişlerdir. Ziggurat dediğimiz piramitimsi yapılar işte bu tanrılara adanmış tapınaklardı. Kat kat yükselen bu yapılar hem adaklarını sunup, dua ettikleri bir tapınak hem de tanrılarının geri döndüklerinde konaklayabilecekleri bir yapıydı. Enteresan şekilde günümüz UFO gözlemlerinde de UFO’ların dağın zirvesinde göründüğü ve indiği gibi tanıklıklar söz konusu konusudur.

Sümerlilerin astronomi bilgileri akıl almaz ölçüde ileriydi. Gözlemevleri, ayın dönüşlerini bugünkü hesaplardan ancak 0,4 saniye gibi ufak farkla bulmuşlardı. Çivi yazıları Sümerlilerin çok çok eski bir geçmişi olduğunu ileri sürer. Tabletlerin yazdığına bakılırsa, ilk 10 Sümer kralı 456.000 yıl hüküm sürmüş, tufandan sonra Sümer ırkının yeniden kuruluşuyla görevlendirilen 23 kral 24.510 yıl, 3 ay, 3,5 gün başta kalmıştır. Sözü edilen hükümdarların adları, damga ve paralarda kazılıdır. Ancak yaşadıkları ileri sürülen bu uzun yıllar, düşünce boyutlarımızı aşmaktadır. Öyleyse, bugünkü düşünüş biçimimizi, şartlanmalarımızı bir yana bırakarak, çağdaş bilgilerin ışığında geçmişe dönelim:

Binlerce yıl önce, yabancı uzay adamlarının, Sümerlileri ziyarete geldiğini düşünelim. Bu yaratıkların, Sümer kültürünün ve uygarlığının temelini attıktan, insanlığın gelişmesine böylece bir katkıda bulunduktan sonra geldikleri gezegene döndüklerini kabul edelim. Deneylerinin ne gibi sonuçlar verdiğini görmek için de her yüzyılda bir dünyaya uğradıklarını düşünelim. Burada Einstein’ın İzafiyet Teorisi yeniden işin içine giriyor. Eğer bu akıllı yaratıklar ışık hızının hemen altında yolculuk ettilerse, Sümerlilerin her beş yüz yılına karşılık, aşağı yukarı kırk yıl geçirmiş olacaklardı. Elbette Sümerliler de bu arada kuleler, piramitler, konforlu evler yapıyor, kendilerine bu bilgileri veren ‘tanrılara’ adaklar adıyor ve dönmelerini bekliyorlardı. Yüzlerce dünya yılı sonra ‘tanrılar’ döndüler. Bir Sümer tableti bu olayı şöyle anlatıyor: “Ve sonra tufan baş gösterdi. Tufandan sonra da krallık gökyüzünden geri döndü.” (Daniken, 1994)

Bir diğer örnek Asur Kralı Asurbanipal’in kitaplığından günümüze kadar ulaşmıştır. Bu kitaplıkta on iki kil tablet üzerine yazılmış bir kahramanlık destanı bulunmuştur. Eser Akadça yazılmış olsa bile kökeni Hammurabi Kanunları’na kadar uzandığı bulgulanmıştır. Hatta son araştırmalar Gılgamış Destanı’nın asıl metninin Sümerlice yazıldığını ve içeriğinin Tevrat’taki Yaradılış Bölümü ile benzerlik gösterdiğini ortaya koymuştur. Destanın ilk tabletinde kahraman Gılgamış’ın Uruk şehrinin çevresine yaptırdığı surlardan bahsedilir. Gılgamış yarı tanrı-yarı insan karışımı bir varlıktır. Dünyalı bir kadın ve tanrının (uzaylı bir adamın) çocuğu olduğunu iddia etmektedir. İşte burada tanrılarla insanların çiftleşmesi olayı karşımıza çıkar:

“O günlerde dünyada devler yaşıyordu. Daha sonra Tanrı’nın oğulları, insanın kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve şanlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.” (Yaradılış 6:1-4).

Kuran’da Hz. İdris olarak anılan Enok-Hanok peygamber, Nuh’un büyükbabasıydı. Ölümü tatmadan tam 365 yaşında göğe alındı! Onun kitabında bu tanrılar ile alakalı Tevrat gibi kutsal metinlerde anlaşılmayan birçok şeyi ayrıntılı bir şekilde betimlediğini görebiliyoruz. “Âdem ve Havva’nın torunları dünyaya daha yeni nüfuz ederken ‘Düşmüş Melekler’ yeryüzüne indiler. Tanrı’nın emirlerine karşı geldiler. İnsanlarla iç içe oldular. İnsanlara savaş, kozmetik, kıymetli taşlar ve günümüzde yaygın nice ilim ve sanatı öğrettiler. İnsanlarla düşüp kalktılar; melez çocukları dehşet saçan devler olan Nefilim’lerdi. Sonra dünya çatırdadı; ekseni kaydı ve büyük bir tufan her şeyi alıp götürdü.”

Yine Tevrat’ta Tanrı’nın ve meleklerinin gökten korkunç gürültü ve dumanlar saçarak indiği, birçok bölümde, değişik kişilerin ağzından etkileyici bir biçimde anlatılmaktadır. Bunun en ilginç örneğini ise peygamber Hezekiel’de görürüz:

“Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Kebar Irmağı yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı… Baktım ve işte, kuzeyden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu. Çevresinde parıltılı ve ortasında sanki ateş ışıldayan bir maden… Ve onun ortasından dört canlı yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünüşü şöyle idi: Onlarda insan benzeyişi vardı ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibiydi ve cilalı tunç gibi pırıldamakta idiler.”

Durmadan ateş saçan bir bulut, çevresindeki parıltılı ve ortasında sanki ateş ışıldayan bir maden… Bu sanki bir UFO’yu tarif ediyor. Gökten Tanrı indi diyor fakat her zaman her yerde olan Yüce Yaratıcı’nın bunca patırtıya ihtiyacı olabilir mi?  Meleklerin tarifi de ilginçtir; hepsi gayet insan özellikleri göstermektedirler. Ayaklarının altındaki parlayan şeyler belki de hızlı hareket etmelerini sağlayan mekanik aletlerdi. Dört yüz ise maskeleri olabilirdi. Belki de Dünya gezegeninin atmosferi onlara uygun olmadığı için böyle bir maske takmışlardı ve peygamber Enok o zamanki algısı le bunları ancak böyle yorumlayabilmişti. Devam edersek bunu daha iyi anlayacağız:

“Ben canlı yaratıklara bakarken, yaratıkların yanında, onların her yüzü için yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü zümrüt gibi idi ve dördünün benzeyişi ve de görünüşleri ve de yapıları sanki tekerlek içinde tekerlek gibiydi. Yürüdükleri zaman dört yanlarına da gidiyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu. Dördünün çemberleri çepeçevre gözlerle dolu idi. Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı ve canlı yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.”

Bu anlatım da bize sanki bu varlıkların ayaklarının altında onların hızlıca seyahat etmesini sağlayan uçan cihazların olduğunu anlatıyor gibi. Şimdi bizler de buna benzer tekerlekli araçlar kullanarak uzun mesafeleri kolayca kat etmiyor muyuz? Aynı şekilde hiç medeniyet ile teması olmayan bir Afrika kabilesine bu gibi gelişmiş teknolojilerle bizler de gitsek, onlar da bizlere aynı tepkiyi vermezler mi? Elbette vereceklerdir.

Günümüzde biraz daha yaklaştığımızda Osmanlı İmparatorluğu’nun 1400’lerin sonu 1500’lü yılların başında yaşamış Türk denizci kartograf ‘Pirî Reis’in Dünya Haritası’ bu anlamda dikkatimizi çekmektedir. 1513 tarihli Piri Reis Haritası, Afrika’nın batı kıyıları ile kuzey ve güney Amerika’nın doğu kıyılarını göstermekte. Aynı zamanda tartışmalı bir şekilde Buzul Çağı Antarktika’sını Güney Amerika’nın güney ucunun bir uzantısı olarak tasvir ettiği görülebiliyor. Aynı harita ayrıca şimdiki Amerika Birleşik Devletleri’nin güneydoğu kıyısının doğusunda yer alan büyük bir adayı tasvir ediyor. Ayrıca bu adanın omurgası boyunca uzanan dev megalitlerden oluşan bir ‘yol’ da açıkça görülüyor. Buzul Çağı’nın alçalan deniz seviyelerinde tam da bu noktada, yaklaşık 12.400 yıl öncesine kadar büyük bir ada bulunuyordu. Bugün Andros ve Bimini adaları şeklinde bir kalıntı hayatta kalmıştır. Yine ‘Bimini Yolu’ olarak adlandırılan yolun insan yapımı mı yoksa doğal bir yapı mı olduğu konusundaki tartışmalardan bağımsız olarak, bu sonuç, bölgenin Buzul Çağı’nın sonundaki büyük sellerden önce araştırılmış ve haritalanmış olması gerektiğidir. Çünkü deniz seviyesi yükseldi ve megalitler sular altında kaldı. (Hancock) Bu haritanın nasıl çizildiği konusunda açıklama yapmak oldukça zor gözükmektedir. Çünkü haritayı Piri Reis’in kendisi çizmiş olsun ya da olmasın, o zamanlarda bu kadar detaylı çizimi yapabilecek teknoloji henüz yoktu.

Daha birçok örnek tarihimizin tozlu raflarında yer almaktadır. Elbette makalemizin kapasitesi bunların hepsini yazmamızı engellemektedir. Fakat bu rafların tozunu kaldırıp, okumaya cesaret edebilecek ve biraz da edindiği bilgileri sorgulayabilecek insanlar için bu bilgiler her an ulaşılabilir durumdadır.

 

Bizlerin Tanıklığı-Alıkonma Vakaları

“Yeni bir fikre karşı direniş, o fikrin öneminin karesi kadar artar…” Bertrand Russell

1960’lı yıllardan bu yana dünya gündeminde bulunan alıkonma olayları hiç şüphesiz gezegenimiz tarihinin en karmaşık, en olağanüstü olaylar dizisidir. Sansasyon odaklı medya ve özellikle tabloid gazetelerce başından itibaren kolaylıkla “kaçırılma” olarak etiketlendirilmiş ve ticarileştirilmiş bu olaylar zinciri, sanılanın aksine, bu etiketin çağrıştırdığı anlamın çok ötesinde nitelikler taşımakta, dünya insanlığı yepyeni bir kozmik paradigmanın içine girerken, bizlere, UFO gözlemlerinin sağlayamadığı detaylı ipuçlarını vermektedir. Popüler medya, tartışmalı ve marjinal olayları ele alırken, sunduğu materyali hafife alma eğilimindedir. UFO’lar ve alıkonma olaylarına ilişkin materyal sığ kitlelere “eğlenceli” veya “aşırı dramatize” şekilde aktarılır. Anomalilerin kitlelere bu şekilde arzı, egemen kültürel yapının sarsılmasına ve dağılmasına engel olur. Her bireyin, kurumun, inanç sisteminin ve bilimsel disiplinin ayrı ayrı konfor alanlarından genel bir konsensüs realitesi oluşturulur. Her birey ve her kurum kendi konfor alanında “güvende” hisseder. Böylelikle statüko korunur. İnsan doğasında da benzer bir eğilim vardır. İnsanlar, anlayamadıkları fenomenlerin önemini azaltma yollarını ararlar ve bunu kolektif şekilde yaparlar. İnsan psişesi, kendi mental dengesini sarsabilecek olaylardan kaçar. Kaçışın başlıca yöntemleri alaya almak veya bütünüyle yok saymaktır. Ne var ki, kafalar ne kadar kuma gömülürse gömülsün, olaylar oradadır ve yaşanmaktadır… (Kolbaşı, 2021)

İşte bu olaylardan bazıları:

Vaka 1

İki uzaylı varlık Vaka 1’i kavisli bir koridordan yürüterek aşağıya doğru indirdiler. Ardından genişçe bir odaya götürdüler. Vaka 1’in anlatımına göre burası tıpkı bir ameliyat odasıydı. Çok korktu, çünkü onu öldüreceklerini düşündü. Elinde kara bir kutu tutan üçüncü uzaylı varlık, Vaka 1’in arkasına geçti. Vaka 1 onun ne yaptığını göremiyordu, ama sanki başının açılıp beyninin çıkarıldığını hissetti. Üstelik bu işlem ona hiç acı vermemişti. Kısa bir süre sonra beyni tekrar yerine kondu ve başına soğuk bir sıvı döküldü. Bu prosedür bittiğinde uzaylılar onun önüne geçti ve onu izlemeye başladılar. Bu sırada Vaka 1 zihinsel olarak farklılaştığını hissetmeye başladı. Yaşamı hakkındaki düşünceleri değişmişti. Zihni insanlık ve dünya yaşamı hakkında yeni fikirlerle dolmuştu. Bu bir manevi aydınlanmaydı onun için… Bu andan sonra uzaylılar onun derisinden ve saçından örnekler aldı. Ardından insan görünümlü bir adam içeri girdi ve jinekolojik prosedür de dahil olmak üzere vücudunu tam olarak inceledi. Daha sonra ona, bunları neden yaptıklarını izah etti. Bazı insanların gelecekte belirli görevleri olacağını ve seçildikleri için bu işlemlere tabii tutulduklarını anlattı. Vaka 1 de onlardan biriydi…


Vaka 2

Vaka 2, maskeli uzaylılarla bir karşılaşma yaşamıştı ve bu uzaylılar ona, kendi ırklarının insanlara yapmamaları gereken şeyler yaptığını anlatmıştı. O ve onun ırkından birkaç grup, insanların kendi ırkı tarafından ‘istismar edilmesini’ durdurmak istiyorlardı. Süreci durdurmak için dünyadaki bazı insanlarla birlikte çalışıyorlardı. “Boynumdan çıkardığı şeyi bana gösterdi ve ‘Bu omuriliğin derinliklerine gömülü’ dedi. Bu şey aktive edildiğinde insan bedeninin kaslarını kontrol ediyordu ve beyni bloke ediyordu. Ve bedeni kontrol edebiliyordu.”

Vaka 3

“Yedi ya da sekiz yaşımdayken babam, kız kardeşim ile bana dışarı çıkıp oyun oynamamıza izin vermişti. Mahallemizdeki diğer çocuklarla saklambaç oynuyorduk. Saat altıya yakındı. Çalıların arasına saklanmaya gittiğimi hatırlıyorum. Sonra bir ses duydum; başka birinin sesiydi bu. Döndüğümde o anda diğer çocuklardan biri olduğunu düşündüğüm şeyi gördüm. Sonradan onun ne olduğunu anlamıştım.  Eve geldiğimde tuhaf bir şekilde hava kararmıştı. Babam bana çok kızdı, annem de çok üzüldü. Babam beni saatlerdir aradıklarını söyledi. Halbuki korkarak saklandığım yer evimizden 30 metre uzaklıktaydı. Ben o varlığı görünce korkup saklanmıştım.  En tuhafı o sırada hava aydınlıktı fakat sonra baktığımda hava karanlıktı. Sanıyorum orada uzun süre kaldım, fakat hiçbir şey hatırlamıyordum. Orada olduğunu sandığım çocuk ise bir uzaylıydı; Griler denilen türe benziyordu. Beni bir gemiye götürdü, ama ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum.”

Vaka 3 yetişkinliğe eriştikçe tuhaf olaylar azalmış gibi görünüyordu. Üniversiteye gitti ve ardından öğretmen olarak çalışmaya başladı. Evlenip ikinci çocuğuna hamile kalana kadar ise kayda değer hiçbir şey yaşamadı.

“Hamile olmadığımdan çok korktuğumu hatırlıyorum. Bunun bir fetüs değil de tümör olabileceğini düşünüyordum çünkü çok hareketsizdi. Doktoruma sık sık onun bir çocuk olamayacağını söyledim. Fakat endişelenmemem gerektiğini ifade etti. Bir gece aniden o kadar uykulu hissettiğimi hatırlıyorum ki yatağa girdim ve bir rüya gördüm. Rüyamda garip bir doktor göbeğime bir iğne sokuyordu. Bunu yaptığında elektrik çarpmasına benzer bir şey hissettim ve ardından burnuma bir şey sokuldu. Uyandığımda çok şiddetli bir burun kanaması geçiriyordum ve bebek de bu olaydan sonra hareket etmeye başlamıştı.”

Vaka 3’ün bebeği sağlıkla doğdu. Ancak birkaç yıl sonra gerçekleşen ikinci hamileliği ne yazık ki erken sonlandı. Enteresan bir şekilde bunun olduğu gece komşularından birinin Vaka 3’ün evinin üzerinde açıklanamayan bir ışık gördüğünü bildirmişlerdi.

Biraz da Türkiye’den bazı örneklerle devam edelim. Aşağıda yazdığım örnekler Türkiye Dünya Dışı Temas Kamuoyu Araştırması’na deneyimleriyle katkı sağlayan ve Türkiye’nin birçok farklı şehrinden ankete katılan kişilere aittir. (Kolbaşı, Mutatio, 2020)

“Rüya ile uyanıklık arasında gemileri ve ışık şeklindeki hallerini gördüm, ama korkunca hepsi kayboldu.”

“Griler dediğimiz türden bir uzaylı içeri girdi. Başucuma kadar geldi ve yüzünü yüzüme olabildiğince yaklaştırdı. Onun yüzüyle benim yüzüm arasında 5 santimetre ancak vardı.”

“2009 sonbaharı sabaha karşı, yastığıma doğru eğilmiş bir varlığın olduğu hissine kapılarak gözlerimi açtım. Gözlerimden başka yerimi oynatamadığım için görebildiğim/anlayabildiğim kadarıyla kristalize bir şekilde titreşen, sanki beyaz ışıklı bir insanımsı form yüzüme eğilmişti.”

“Biri sağımda, biri de solumda olmak üzre iki tane gri varlık belirdi. Üzerimde eğilmişler bana bakıyorlardı.”

“Yeni doğum yaptığımda, sanırım henüz 1 aylık filandı, bebeğimin yatağının başında bir gece 3 tane gri varlık gördüm ama sonra yok oldular.”

“Laboratuvar gibi diyebilirim ama tıbbi bir olay yok. Sade ortam, steril, beyaz renk ve ışık hâkim. Detayların olmadığı, aynen söylendiği gibi bir aydınlatmanın olmadığı ama beyaz, ölçülü bir ışığın olduğu ortam. Ortada bir sedye diyemeyeceğim bir yükselti, elips şeklinde üzerinde küçük küçük 1.40-1.50 boylarında bir sürü insan yatıyor. Onları görüyorum.”

“Rüyamda sağ tarafım üzerinde yan bir şekilde yatıyorum. Burnumdan ince bir hortum benzeri cisin sokulmuş ve ben nefes almakta zorlanıyorum. İçimden de bir an önce bitmesi için yalvarıyorum. Rüya bitiyor. Aradan kaç gün geçtiğini hatırlamıyorum ve aynı rüyayı tekrar gördüm. Yine aradan bir süre geçti, aynı rüyayı yine gördüm.”

Sadece bireysel vakalarla mı sınırlıdır bu durum? Hayır. Tıpkı birçok vaka örneği olduğu gibi devletin kademelerinde yer alan kişilerden de özellikle dünyanın gidişatı ile alakalı temaslar yaşadıkları bilinmektedir. Lafı çok fazla uzatmadan bir örnek verirsek; eski Amerikan Başkanı Eisenhower’ın dünya dışı yaşama hiç de yabancı olmadığını sızdırılan belgeler ve bilgilerle söyleyebiliyoruz.  Bu belgelerden biri dünya dışı varlıkların Amerika Birleşik Devletleri’nde bulundukları konusunda Başkan’ı bilgilendiren bir içeriğe sahipti. Aynı zamanda Başkan ile bu varlıklar arasında arzu edilirse bir görüşme yapılabileceğini de söylüyordu.

İngiliz Hava Kuvvetleri pilotu Desmond Leslie, bir Amerikan Hava Kuvvetleri mensubundan 30 metre çapındaki bir diskin, askeri piste iniş yaptığını ve 27. Hangar’da Başkan Eisenhower’ın gelip görmesi için koruma altında tutulduğu ile ilgili bilgilere ulaşmıştı. Emekli bir Amerikan Hava Kuvvetleri test pilotu ise Clancarty kontuna üç tane uçan dairenin ve iki tane puro şeklindeki aracın askeri üsse iniş yaptığını söylemişti. “Uzaylılar insana benziyorlardı ama tam olarak değil,” demişti ve insana yakın bedensel oranlara sahip olduklarını ve dünya atmosferinde soluyabildiklerini de eklemişti. Nereden geldiklerini söylememişlerdi. Şaşkınlık içindeki Başkan’a dünyada bir “eğitim programı” başlatmak istediklerini ve böylece insanların onların varlığından haberdar olabileceğini İngilizce olarak açıklamışlardı. Fakat gözü korkan Eisenhower, dünyanın böyle bir bilgiye hazır olmadığını düşündüğünü söylemişti. Uzaylılar bu yanıtı kabul eder gibi bir izlemin vermiş ama yine de insanlarla izole temaslar kurmaya devam edeceklerini de ima etmişlerdi. Daha sonra yer çekimine karşı koyma ve araçlarını görünmez hale getirme yeteneklerini gösterdiler. “Bu durum başkanı ciddi şekilde rahatsız etti,” diye anlatıyor test pilotu, “çünkü artık hiçbirimiz onları göremiyorduk ama onların orada olduklarını biliyorduk.” (Good, 2021)

Ufologlar arasında “alıkonma” terimi son derece kafa karıştırıcı bir durumu ifade etmeye başladı. Çünkü oldukça fazla sayıda ve artan bir şekilde insanlar tarafından alıkonma deneyimleri paylaşılmaya başlandı. Yıldızlardan gelen gezginlerin kendilerini yataklarından çıkardıklarını, rüyaları yolu ile onlara ulaştıklarını veya arabalarından kaçırıp tıbbi muayenelere tabii tuttuklarını anlatan insanların çoğu ortak deneyimleri ve duyguları paylaşmaktalar. Bu deneyimler bazıları için çok korkunç olurken, bazıları için normal hatta hayata karşı bakış açılarını olumlu yönde değiştiren deneyimler olmaktadır. Alıkonanların bazıları yaşadığı deneyimleri hatırlarken, çoğu bu deneyimleri hafızalarının derinliklerine itmektedir. Bunun sebebinin, hatırlandığı takdirde insan zihninde olası hasar bırakma ihtimali olduğundan yıldızlardan gelen gezginlerin bu deneyimleri hatırlamaması için insan hafızasına müdahale ettikleri ve genelde travmatik bir deneyim gibi olan bu olayların insan zihninin bir nevi kendini korumaya almasıyla hafızasının derinliklerine itmesi olduğu tahmin edilmektedir. Bir temasçı şöyle demiştir: “Onlar, beynimizde bizim kullanmadığımız bazı alanları açabiliyorlar. Ve bize açıkladıkları üzere beş değil, on iki duyumuz var.”

Alıkonan bazı kişiler aynı zamanda uzaylılar ile her karşılaşmalarında ‘değişen algı durumu’ yaşadıklarını fark etmişlerdir. Bu değişen algı durumu genelde ‘kayıp zaman’ şeklinde olmaktadır. Örneğin; alıkonanlar için saatler sürmüş gibi hissettiren bu deneyimler, kendi yaşantılarına döndüklerinde şaşırtıcı bir biçimde dakikalarla ifade edilebiliyor. Bunun sebebi bu varlıkların alıkonanların algılarını manipüle etmeleri veya alıkonan kişilerin başka bir zamana sahip mekâna götürülmeleri olduğu tahmin ediliyor. Bunun yanında bazı vakalar bu deneyimleri hatırlarken bazıları hatırlamıyor. Bunun da sebebi yine bir ihtimal bu varlıkların, alıkonan kişinin istenmeyen tepkilerini önlemek ve günlük yaşamlarında travma yaratmamak için hafızalarını sildikleri yönünde olmaktadır.

Uzaylılar, kaçırılan kişinin bilincini değiştirerek ve manipüle ederek, durumun tam kontrolünü ele geçirir ve böylece alıkonanın bildirdiği veriler üzerinde büyük bir kontrole sahip de olabilir. İşte bilim insanlarının ayrıştığı noktalardan biri de manipüle edilen algılarının, bu kişilerin deneyimlerini objektif bir şekilde değerlendirmesini engellediği yönünde olmaktadır. Alıkonanların gördüklerini, hissettiklerini ve duyduklarını aktarmasının gerçeğin bir yansıması olmayabileceğini iddia ederler. Bunlara ulaşmak ise hipnoz ya da başka duygusal tetikleyiciler ile olmaktadır. Böylece Ufologlar bu deneyimlerin birçoğuna ulaşabilmektedirler. Bu sebeple bu deneyimleri uzman birinin değerlendirmesi ve ‘sahte anı’ yaratma ihtimalini elemesi önemli olmaktadır. Ancak ruh sağlığı uzmanları tarafından yapılan araştırmalar, bu ihbarları yapan kişilerin çoğunun son derece aklı başında olduğunu ve bunların herhangi bir kitlesel psikozdan değil, yaşanmış anormal bir travmadan kaynaklandığını da göstermiştir.

Dünyada gözlemlenmiş ve elde edilmiş tüm UFO görüntüleri, hayatlarında uzaylılarla karşılaşmış kişilerin ve ailelerinin deneyimleri ile karşılaştırıldığında bizlere pek bir şey ifade etmez. Alıkonma araştırmaları henüz bizlere kesin yanıtlar veremese de farklı teoriler elde etmemizi sağlamışlardır. UFO gözlemleri, kayıp zaman olayları, bilinçli karşılaşmalar ve sanal gerçeklik senaryoları, alıkonan kişi için sürekli olan ve bilinmeyen bir yöne doğru giden bir yolculuğun kilometre taşları gibidir.  Bunu, alıkonan bir kişiden daha iyi kimse bilemez. Bu olayla ilgili kişisel deneyimi olmayan araştırmacılar genelde bu durumlara mesafeli yaklaşarak, olasılıklar üzerinde düşünebilir. Deneyimleri dinlerken kişi yalan mı söylüyor? Bu gerçek bir olay mıydı yoksa zihinsel düzeyde mi gerçekleşti? Anıların hangi kısımları gerçek, hangi kısımları illüzyon? şeklinde kendi kendine sorabilir ister istemez. Bu gayet normaldir; zira belli süzgeçlerden geçmeyen alıkonma deneyimlerinin hepsi gerçekten alıkonma olmayabilir. Bu da bilim insanları başta olmak üzere Ufologların bile titiz davranmasına neden olabilmektedir. Özellikle insan zihninin karmaşık ve öngörülemez yapısı söz konusu olduğunda daha katetmemiz gerek uzun bir yol olduğunu da göz ardı etmememiz gerekir.

Uzaylılar ister zihinsel ister psişik isterse de teknolojik yollarla, alıkoydukları kişinin üzerinde her türlü algıyı dolayısıyla her türlü yanılsamayı yaratabilirler. Şöyle düşünün, bugün bile uzman bir psikiyatrist telkinleri ile hipnoz altına aldığı hastasının zihnini manipüle edebiliyorsa, bizlerden çok daha ileri bir teknolojiye sahip olduğu iddia edilen bu varlıklar için bu durum neden zor olsun? Bu varlıkların zaman ve mekânı manipüle etmeleri, psikolojimizle ve algılarımızla oynamaları, insanın çok ötesinde bir teknolojinin habercisidir. Eğer bizler bu tür bir yeteneğe sahip olsaydık, sanıyorum bu, hükümetlerin oldukça işine gelirdi. Bir düşünün neler olurdu? Peki ya olmadığını ya da bu teknolojiler üzerinde çalışılmadığını kim bilebilir?

Tüm deneyimlerimize ve kaçırılan diğer kişilerin anlatımlarına baktığımızda, bu olayda genellikle kabul edilenden çok daha karmaşık bir faaliyet programı olduğunu görebiliyoruz. Başlangıç ​​olarak, kaçırılma senaryosu bir dizi farklı türde olaydan oluşuyor. En yakın düzeyde, bir kişinin ‘yabancı’ (en genel anlamda) varlıklar tarafından normal ortamından uzaklaştırıldığı, kişinin farkındalığının değiştirildiği ve bazı etkileşimlerin meydana geldiği fiziksel kaçırmalar yaşanabiliyor. Olayın daha sonraki bilinçli anıları genellikle oldukça eksik oluyor. Yalnızca olaya birden fazla kişi tanık olduğunda veya kaçırılan kişinin vücudunda delikler, çipler, morluklar, yapay tasarımlar gibi fiziksel izler bulunduğunda, tanık genellikle karşılaşmanın ‘gerçekliğini’ iddia etme konusunda kendini güvende hissedebiliyor.

Fotografik kanıtlara, iniş izlerine (Nazca Çizgileri vb.), implantlara ve belge analizlerine yönelik bilimsel yaklaşıma için gösterilecek somut kanıtların çok az olmasının nedeni henüz araçlarımızın yetersizliğidir. Bu yüzden Ufoloji en iyi sonuçları ikinci dereceden verilerden elde edebilmektedir. Yani UFO gözlemlerinden ve alıkonma vakalarından… Dolayısıyla bu da ana akım bilimin mesafeli davranmasına neden oluyor. Aslında bu konuda oldukça fazla vaka analizi ve belge mevcut olmasına, araştırılabilir olmasına rağmen bu konuda çekimser olmanın ya da reddetmenin açıklamasını hala bulamıyoruz. Alıkonan kişiler aslında kontrol edilebilecek ve veri toplanabilecek bilgileri rapor ediyorlar. Daha sonra belki de bu sorunu çözmeye, hafıza blokajlarını ve algı yanılsamalarını aşmanın yollarını bulmaya, gerçek olayları ve bunların ardındaki gündemi keşfetmeye yönelik çalışmalar başlayabilir. Uzaylı yanılsamalarının maskesini düşürebileceğimiz güne kadar, en azından rapor edilen verilerin tamamını, kontrollü de olsa inceleyebilir, belirli görüntülerin ve olayların neden kullanıldığı ve bunların bize dünya hakkında neler anlatabileceği hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışabiliriz.

“İnsanlık yeni çağın enerjilerinin müthiş tesiri altında, “uyanma” yönünde yavaş yavaş silkinirken, kozmik dostlarıyla tanışmak için de gün sayıyor. İnsanlık şuursal olarak hazır olduğu, istenen kıvam oluştuğu anda, evrenin daha üst bilinç katmanlarının temsilcileriyle ilk randevu kaçınılmaz olarak gerçekleşecek. Bunu belirleyecek olan kolektif insanlık bilincinin belirli bir algı seviyesine ulaşmasıdır.  Dünya insanının uyanmasının ve eğitilmesinin zamanı çoktan geldi, hatta geçiyor. Evrene uyum sağlayabilmek ve neslimizin devamı için bir an önce tavırlarımızı değiştirmeliyiz.” Haktan Akdoğan

Nora Gülüm Erdinç-2024

Son olarak alıkonan kişilerin verdiği bilgilere dayanılarak çizilen bazı illüstrasyonları aşağıda paylaşıyorum. (İllüstrasyonlar Kaynak: Karla Turner – Taken_ Inside the Alien-Human Abduction Agenda)

Yararlanılan Kaynaklar:

Ruh ve Dünya-S. Mehmet Temizel

Evren Uygarlıkları-Bilim Araştırma Merkezi

Kozmik Dokunuş-In Vitro-Erhan Kolbaşı

Mutatio-Erhan Kolbaşı

Tanrıların Arabaları- Erich von Daniken

Martin Cannon – The Controllers_ Mind Control and Its Role in the ”Alien” Abduction Phenomenon

Karla Turner – Taken_ Inside the Alien-Human Abduction Agenda

Laura Knight-Jadczyk – High Strangeness – Hyperdimensions and the Process of Alien Abduction

https://archeothoughts.wordpress.com/2022/11/22/ancient-apocalypse-archaeology-update-4-was-the-bimini-road-road-built-by-a-lost-civilization/

https://popsci.com.tr/yasamak-icin-oksijene-ihtiyac-duymayan-ilk-hayvan-kesfedildi/

https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCyl%C3%BC_y%C4%B1lan

https://www.thecollector.com/famous-alien-abduction-claims/

 

 

Exit mobile version