Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Kabulleniş

Otuz beş yaşımdayım, bugüne kadar en zorlandığım şeyin kabul etmek olduğunu samimiyetimle belirtmeliyim. Seneler önce bir gün bir arkadaşım beni aradı. Zeki bir çocuktu yani en azından  istediği üniversiteye girebiliyordu. Bolca felsefe ve diğer kitaplardan da okumuş, belki de çok düşünmüştü. O da şimdi otuz üç yaşında olmalı. Hatırlıyorum da onu şimdi, ne kadar üzgündü aradığında. Girdiği psikolojik bir buhrandan çıkamamış, doktora gitmiş, yapılan incelemeler sonucunda şizofren tanısı konmuş. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki şizofren tanısı konmasına Beşiktaş Vapur İskelesi’nin yanında saatlerce ağlamış. Aradan yıllar geçti, onun kendi halini kabullenmekte ne kadar zorlandığını şimdi anlıyorum. İnsanın kanser, şizofren ya da sadece kandırılmış bir insan tanısıyla yüzleşmesi hayli zor.

Kendimi bugüne kadar hep tamamlanmış, bir bütün, istikrarlı bir varoluş zannedip durdum. Bugün siyah, yarın beyaz desem de bunun bir bütünlük içinde olduğunu kolayca iddia ettim. Açıkçası böylesi işime geldiği için bu iddiayı sürdürdüm. Şimdi arkadaşımın üzüntüsünü anlamam da bu yüzden. Bölünmüş parça parça katlanıp açılmış bir kağıt parçası gibi travmalardan yapılma olduğumu kabul etmek zor geldi. Ruhumu bir o yana bir bu yana çekiştiren düşüncelerimi tüm ilişkilerimde nasıl aynaladığımı görmek bana zor geldi. Belki de beni zorlayan sadece bu durumu kabullenmekti. Şu an herhangi bir tanıya yakıştırılmak için özümle halim arasında duran bir beklenti ya da umut duvarı. Arkadaşım neden bunca yıl beklemişti şizofren olduğunu öğrenebilmek için, tüm o geçen yıllarda kendisini ne olarak görmüştü. Ben bizzat kendimi ne olarak görmüştüm ki bir kabullenişin çengelinde asılı kalmıştım.

Düşüncelerimi oluşturan alışkanlıklarımı gözden geçirmem gerekmiş, düşünce nasıl kalkılacağını anımsamam gerekmişti. Açıkçası tüm travmalara, tüm söylenmiş yalanlara rağmen samimiyet duymam gerekmişti

Aylardan bahar, sevinmeli miyim üzülmeli miyim bilemiyorum. Bir yanım tanıklığından hoşnut diğer yanım suçlu hissettiğinden bilemiyor. İşte sanırım zaman tam da burada devreye giriyor. O arkadaşım Mimar Sinan Sinema TV’yi bırakıp Ankara’ya annesinin ve kardeşlerinin yanına taşındı. Baba’yı çocukken kaybetmişlerdi. Görüşmediğimiz süre zarfında ana okulu öğretmenliği okumaya başladı. Mamak’ta askerlik yapıyordum ziyaretime geldi. Gözlerinde siyah gözlükleri vardı kışın ortasında. Bir bahçede sohbet ettik. Çıkardı gözlüklerini ve masmavi gözleriyle gözlerime baktı. Şizofreni ile mücadelesinde ilerleme kaydetmişti ama artık yetişkinlerin gözlerine bakamadığını, baktığınızda gözlerini sürekli kırptığını söyledi ve bunu anlatırken gözlerini sürekli kırpmaktaydı. Taktı gözlüklerini geri. Tuhaf bir hal olduğunu düşünüp geçtim. Ta ki her insanın ucundan şizofrenik semptomlara sahip olduğunu kendi kendimde görene kadar.

Bakıyorum etrafıma şu ana bakıyorum bir varoluş çepeçevre sarıyor beni, bir de anılara anlara yüklediğim anlamlara bakıyorum. Ne kadar çok anlam yüklemişim ve ne kadar çok şeyi hemen olsun istemişim. Ne kadar aynaya güzelliğimi haykırmışım. Çok zor geliyor her anlam yükleme çabamda kendi kendime söylediğim yalanları kabullenmek. Zor geliyor özümle halimi uzlaştırmak.

Yine de bu kadar karamsar bitirmek istemem yazımı. Görebiliyorum artık karşıtlıkları, çatışmışlıkları, çelişkileri görebiliyorum. Bu bir kazanç olmalı ve bu kazanca tutunabilirim. Kendimi ve varoluşu olduğu gibi kabul edebilmeye bir adım yaklaştım demektir. Acırız öğrenmeyi tercih ederdim elbette, bir tanıya sığınmayacak kadar da savrulmuşken tek tesellim acımı sahiplenmek. Bana ait bir acıyı sahipleniyorum, en azından bu acıyı kabullenebiliyorum. Kendime doğru bir adım daha atmak için yere yuvarlanmış o çocuğu ellerini silkip, üstünü başını temizleyip yola devam etmeye davet ediyorum.

Düşmekten korktum düştüm. En azından düşmeye izin veren yanımı kutluyorum bu sayede yeni bir serüvene yönelebiliyorum. Teşekkür ederim, kabulleniyorum.

Kendi güzelliğini kabullenişi zor da olsa güzelmiş insanın.

Exit mobile version