Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Kaybolan bir kuşağın sessiz çığlığı

Anne Baba ve Bizim Travmalarımız

Anne ve baba… Bu iki kelime, hayatta en derin anlamları taşır. Ancak bazen, bu iki kelime ardında ezici bir sessizlik, görülmeyen yaralar ve cevapsız kalan sorular barındırabilir. 1970 ile 1990 yılları arasında doğan kuşağı, bir yandan geleneksel aile yapısının katı kurallarıyla yoğun bir disiplin altında büyürken, diğer yandan hızla değişen dünyanın belirsizlikleriyle yüzleşti.

Bu kuşağın hikâyesi, kökleri sevgiye dayanmayan ama sevgi görünümü veren bir düzlemde yaşandı. Rızaları sorulmayan çocuklar olarak başladık hayata; varoluşumuz anne ve babanın sahiplik duygusu üzerine inşa edildi. “Ben seni doğdurdum, sen benimsin” anlayışı, bizim kuşağın üzerine giydirilmiş bir deli gömleğiydi.

Efendi ve Köle:

Anne babalar kendilerini şefkat dolu rehberler olarak değil, evin mutlak hâkimi olarak görüyordu. Otorite, sevgiden daha baskın bir tema haline gelmişti. “Efendi-köle” metaforu, bu ilişkinin temelini oluşturdu. Onlar veriyor, biz alıyorduk; onlar buyuruyor, biz uyguluyorduk. Yıllarca “yemeğini yedin mi?”, “derslerine çalıştın mı?” gibi sorularla yoğunlaşan hayatımız, asıl önemli soruların asla sorulmadığı bir çölün ortasıydı:

“Nasılsın?”

“Kendini mutlu hissediyor musun?”

“Bizim çizdiğimiz bu yol, senin de yolun mu?”

Bunları duymayı asla beklememeyi öğrendik. Ebeveynler, kendi travmalarını bizlere miras bırakırken, bunların birçoğu farkında bile değildi.

Sevgisiz Babalara Dair:

Bir arkadaşımla sohbetimizde şöyle dedi: “Babamı düşünüyorum bazen. Bir insan nasıl bu kadar sevgisiz olabilir ya?” Bu cümle, pek çoklarımızın zihninde yankılanıyor olmalı. İçindeki sevgisizliği bastıran bir babanın günlerini doldurmayı bekleyen bir mahkuma dönmesi, ne kadar trajik. Peki ya çocuklarına sunduğu o katı şartlar? İşte tam bu noktada, her çocuğun zihninde beliriyor o yanıtsız sorular:

“Neden beni hiç görmedin?”

“Neden sevgini gösteremedin?”

“Beni neden bu kadar korkuttun?”

Bu soruların cevabı asla verilmedi ve biz, bu yanıtsızlıkla büyüdük.

Sevgiyi öğrenememek:

Belki de en derin travma, sevgiyi öğrenememekti. Sevgisiz bir baba ya da ilgisiz bir anne, bir çocuğun ruhunda kapanmayan yaralar açar. Bizlere “aile sevgisi” öğretilmek yerine, korku ve itaat öğretildi. Gülmeyen babalarımız ve suskun annelerimiz, bizim duygu dünyamızın köklerini kör etti.

Bizim Sesimiz:

Bir çocuk olarak her şeye maruz kalırsın ama kimse seni duymayabilir. Kendinle yaptığın o sonsuz sohbetlerde, bazen anneye bazen babaya sorular sorarsın, ama cevaplar hep havada asılı kalır. Bir anı: Babamın suskunluğunun ortasında, “Neden böyleyiz?” diye sormuştum. Ne bir cevap ne bir karşılık… O an fark ettim ki, o da belki babasından öğrenmişti susmayı.

Şu sözler çok döndü döndü aklımda: “Bazen bakıyorum ona ve yazık diyorum. Günlerini doldurmayı bekleyen bir mahkum gibi. Bitse de gitsek.”

Bağışlıklar ve Ayrışlıklar:

Çocuklukta gördüklerimiz, yetişkin hayatımızın çekirdeğini oluşturdu. Sevgisizlik, öfke ve suskunluk, yetişkinlikte de kendini tekrar eder oldu. Belki biz de çocuklarımıza aynı hataları yapmamak için fazla çabalarken, kendi çocuk yanlarımızı bir köşeye bıraktık. Biz bu suskunluğu kırabilir miyiz?

Bu yazıyı yazarken aklımda hep o soru yankılandı: “Anne baba, bizden rızalık almadı ve bunun izlerini taşıyoruz.” Bu sorunun cevabı belki de o eski çocuk yanımızın sevgiye sarılarak iyileşmesinde saklı. Belki de susup defolup kendimizden gitmekte…

Yazar

Exit mobile version