Ter kan içinde uyandığında vücudunu saran nemin, boğulduğunu sandığı denize ait olduğunu sandı. Küçük gözlerini araladığında ne zemheri ayazı ne zifiri karanlık hiç azalmamıştı. Karanlıkta yüzdüğünü görmüştü. Aklında tek kalan, suyun dışındaki tek parçası olan elinin uzanmaya çalıştığı bir kumru olmuştu.
Nefes alıyorsa yaşıyordu. Kalp atışlarının hızı düşmeye başlayınca tekrar uykuya dalması gerektiğini düşündü. Yoksa aklına aç karnı gelecekti…
* * *
“Oh be dedeciğim,” dedi sevinince gülücükler çıkaran sesiyle. “Bu kumrular da bir harikaymış.”
Yeter ki yesin, içsin. Dedesinin en mutlu olduğu şeydi. Kıt kanaat geçindiği emekli maaşını biricik torununa harcamak için çırpınırdı. Tek dileği, bir sahil mahallesindeki mütevazı hayatlarının torunu sayesinde denizleri, okyanusları aşmasıydı. Hayallerini torununa yüklemişti Kâzım Dede. Hayatı boyunca ayrılmaya cesaret edemediği bu topraklardaki söğütleri, kavakları, karaağaçları terk edememişti. Tabii en mühimi de, nicedir ayakları tutmayan biricik sevdalısı Neriman Hanım’ı… Koca bir hayat “Kumrum” dediği bir insanı bırakıp, nasıl ihanet edebilirdi tüm kumruların yaradılışına…
* * *
Kiminin rüyası, kiminin duasıydı.
Kiminin hayali, kimininse kâbusuydu…
Uyandı. Çatısı tenteden barakanın altında sabah sessizliğine uyandı. Yüzüne vuran ıslaklıkta yağmurun da payı varmış. Bugün şanslılar ama. Mesken tuttukları derme çatma yere yağmur azıcık uğramış.
Oysa ne ıslanmak kimsenin umurunda ne de kâbuslarını paylaşmak… Horozlar bile ötmeden kafaların ve bacakların karışıp, yatılan yerden kalkmış neredeyse herkes. Çocuk katarı kimisi yanında anneleriyle, kimisi doğuştan yalnız düşmüş yollara, dilenmeye… Gürbüz olanlar, inşaatlarda bugünün yevmiyesini çıkarmaya… Biraz birikmişi veya ziyneti olanlarsa lastik botla can yeleği bakmaya… Esnaf kampanya yapmış bugün, dedikodusu tüm mezbelelikleri sarmış. Bir bot alana bir yelek bedavaymış.
Can yelekleri pahalı ama can pazarı ucuzca…
Babası ortalıkta yoktu. Annesi ve ağabeyiyse endişeli bir sevinçle ona bakıyorlardı. Ağabeyi yanına gelip, “Rihla! Rihla!” diye sarsınca gerçekten uyandığını anladı. Bu sevinç nidaları belli ki çıkılacak yeni bir yolculuğu haber veriyordu.
Rüyasını anlatacak olacaktı, fırsat bulamadı…
* * *
Gitmek isteyen kendisi değildi aslında, çocukluğuydu. Oysa burası vatanıydı, bu toprakları çok sevmişti. Yunanistan’la yapılan mübadele sonucu zorunlu göçle gelmişti buralara çocukken Kâzım Dede. Çocukluğunun belleğine ana vatanına gönderilmek değil, sürülmek kaygısı düşmüştü. Bu yüzden ruhu daralır, bir kuş gibi uçmak isterdi. Sürülmenin cezasını tüm dünyadan dünyanın altını üstünü getirerek, alabileceğini düşünürdü. Olmadı. Hiç ayrılamadı. Ege’nin bu kıyısını, anasının koynu bildi…
İstiyordu ki, bari torunu Aytaç dünyayı görsün, gezsin, tanısın… Hem onun yapamadığını yapsın hem de dünyadan öcünü alsın. Üzerine düşmesinin, bunca ihtimamın sebebi biraz da buydu.
“Çişim geldi dede,” dedi Aytaç. Yumurcak oğlan, elleri yumuk yumuk… Nazar boncuğu üzerinden eksik olmazdı.
Bulundukları parkın az ötesinde sahil kenarında bir çay bahçesinin umumi tuvaleti vardı. Her daim temiz olurdu. Dede, torun kalktılar birlikte el ele…
* * *
Bugünkü kahvaltısı dün akşamdan kalan yarım bir boyozdu. Buralarda çok bulunmaz ama canı çeken bir hamile kadın için yakın şehirlerden getirilmiş, bir ısırık alındıktan sonra çöpe atılmıştı.
İkinci lokmayı boğazından geçirdiğinde sokağın başında babası gözüktü. Annesinin ve ağabeyinin tatlı telaşı onu da sarmış, siyah bir poşet içine gizlediği iki yelekle çıkagelmişti. Yarın doğacak güneş belki onlar için doğacaktı, umutlarını suda yüzdürüp karaya çıkmaktı tek dilekleri…
Ağabeyi Galip, çoktan bir galibiyet kazandıklarının coşkusuna girmişti. Poşusunu başından çıkartıp eline alarak, halaya durmuştu. Onca dağ, tepe, mayınlı yollar, dikenli teller, köprüler geçmişlerdi. On millik deniz engel olmamalıydı…
İlk iki denemeleri hüsranla sona ermişti. Birinci seferlerinde Sahil Güvenlik’e yakalanmışlar, serbest bırakılmışlardı. İkinci seferdeyse ceplerindeki paranın çoğunu vererek anlaştıkları organizatör sözünde durmamış, gelmemişti. Bu kez kendileri denemeliydi. Hayatlarının çoğunda olduğu gibi yalnızdılar. Koca dünyada bir barınak arıyorlardı. Kendi yurtlarından olmuşlar, sonra komşu bir yurda sığınmışlardı. Hayalleri dünyanın öbür ucuna gitmek değil, yeni bir dünya kurmaktı sadece…
İş başa düşmüştü. Kürekleri kendileri çekecekler, botun yazgısı kendi kaderleri olacaktı…
* * *
Önce Aytaç’ın ihtiyacı görüldü, sonra dedenin. Gelmişken tavşankanı bir çay içmeli, denize nazır keyif çatmalıydı. Masmavi deniz, üstünü örttüğü her şeye rağmen alabildiğine güzeldi. Sonbahar serinliğinin hafifçe dürtmeye başladığı mavilik, kiminin insafını kiminin infazını beklemeye durmuştu.
Çayını yudumlamaya başlarken bir masal anlatmaya koyuldu Kâzım Dede. Dedeler bazen bir masal kahramanı, bazense bir masal anlatıcısıydılar.
“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir kayıkçı varmış. Kayıkları dünyanın gördüğü en yeni, en hızlı, en güzelleriymiş. Lakin binip de, karşı kıyıya geçmenin bir bedeli varmış. Kayığa değil, insanlara değer biçiyormuş kayıkçı. Yolculuğun değil, yolcunun fiyatı varmış. İnsanına göre muamele edermiş yani. Müşkül durumdakini, muhtaç olanı değil de, nerede zevk için gezmek isteyeni onları taşırmış. Derken bir vakit, masal bu ya, bir tiranın zulmünden kaçan bir aile bu kayıkçıya sığınmışlar. Lakin bu diyardan gitmenin, bu zalimden kurtulmanın tek yolu karşı kıyıya çıkmakmış. Yalvar yakar olmuşlar, diz çöküp baş eğmişler. Ne fayda, ikna edememişler kayıkçıyı. Çok geçmeden de, yakalanıp oracıkta lime lime edilmişler.”
Masalı anlatırken dalmıştı Kâzım Dede. İçine bir darlık düşmüştü. Göz kapakları ağırlaşmış, sözcükler boğazında düğümlenmişti. Ceketinin ucundan çekiştiren Aytaç, “Hadisene dede,” diyordu.
İnsan niçin insanlığın mensubudur, biliyor musunuz? Hangi devir olursa olsun, hangi çağ geçerse geçsin, kaç kıyamet koparsa kopsun, hepsinde kendi vebali vardır insanoğlunun. Tüm mesuliyet ortaktır…
Kendine gelince Kâzım Dede, bu masalın nereden gelip diline düştüğüne pişman oldu. Ne lüzumu vardı, el kadar çocuğa böyle bir masalı anlatmanın.
* * *
Sessizce bota bindiler. On kişiydiler. Birbirleriyle konuşmuyorlardı, ama gecenin karanlığında parlayan gözbebekleri neler diyordu, kim bilir… Kürekleri de aynı sessizlik içinde çekmeye başladılar. Ne deniz uyanmalıydı ne bir başkası. Sahilden beş yüz metre kadar anca uzaklaşmışlardı ki, botları su almaya başladı. Ayakları ıslanmaya başlayınca korku ayak parmaklarından içeri girmişti bile. Su arttıkça paniklemeye başladılar. İki kişi bu panikle ayağa kalkınca olanlar oldu. İnsanlık, küçücük bir botun içindeki kocaman bir trajediye daha şahit olacaktı.
Bazılarının can yelekleri vardı, ama bot birdenbire alabora olmuştu. Büyük bir dalga geldi ve sahip oldukları tek şey olan umutlarını her şeyleriyle birlikte batırdı.
Kimisi botun iplerine kimisi bulduğu bir elin parmaklarına yapıştı. Yılan olsa ona sarılacaklardı, fakat ne fayda…
Botun havası, umutları gibi gittikçe söndü. Bu kez herkes bağırıyordu. Sığındıkları sessizliğin ihanetine uğramışlar gibi çığlık çığlığaydılar. Ne İlyas duydu seslerini, ne balıklar…
Karadan yansıyan ışıklar bazılarının bu dünyaya ait son gördükleri oldu…
* * *
Bir bardak çay bu kez bitmedi. Soğudukça soğudu ve sahilden tüm mahalleye yayılan seslenişlerle bir vaveylaya dönüştü.
“Cesetler varmış…”
“Bir çocuğun cesedi vurmuş sahile…”
“Jandarma bulmuş…”
“Mültecilermiş…”
“Küçük çocuğun adı Aylan’mış…”
Yüzü bembeyaz oldu Kâzım Dede’nin. Kulağından girenler kalbini deldi. Korkuyla torununun elini daha da sıktı.
“Ama dedeciğim, sonunu söylemedin,” diyen torununun gözlerine bakamadan söyledi masalın sonunu…
“Kayıkçının kefaretini ödüyorduk. “