Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Misafirin bereketi üzerinize olsun

Misafir her daim kendi çocuklarından daha değerli idi bu coğrafyada… Ve bu ülkenin çocuklarının yaşadığı değersizlik duygularının çoğu da o zamandan kalma idi. Kimliksiz çocukluğumuzun siyahı ve beyazı arasında kalan griliklerine doluşuyordu misafirler…

Üç odalı gecekonduların makus talihsizliğinde büyüdük hepimiz. Kilitli kapıların arkasında dantelli sehpaların etrafına toplanmış koltuk takımları çağırıyordu yaramazlığımızı. En güzel yemeklerin, en güzel sunumların ve en güzel çatal kaşık ile tabakların büyük törenlerle ortaya saçıldığı o en yoksul ve en saf benliklerimiz, grinin siyaha çalan yanında merakla karışık acı içinde seyre dalıyorduk gelen misafirleri.

Yer sofralarına diz çöken büyüklerin lokmalarından arta kalan özgürlüklere daldırıyorduk kaşıklarımızı. Pilavın üzerine konulan tavuk butlarının kemiğini sıyırıp duruyorduk gözlerimizle… Çok çocuklu az gelirli ailelerin makus talihine gebeydik hepimiz ve bir tas mercimeğin çok fazla taliplisi olup çıkıyorduk birdenbire… Bakmayın şimdi bir dilim ekmekle iki tas çorba yediğimizde, o zamanlar bir ekmekle on kaşık çorbayı yiyip doyurmaya çalışıyorduk, tanrının görmek istemediği midelerimizi…

Tek odaya doluşan çok çocuklu sirk gibiydi evler. Kavgası da bitmezdi dayağı da… En yaramazının hatırına sıra dayağına çekilirdi yanaklarımız. Bir misafire kurban giderdi gözlerimiz bir de yaramaz olanın arsızlıklarına. Şiddet doğal sonucu oluyordu tek döşekte çift yatırılan çocukların. Eğitim derseniz o da ayrı bir hikayesi idi şiddetin; “eti benim kemiği senin miydi?” yoksa “kemiği senin eti beni miydi?” fark etmiyordu. Bir öğretmen sıra dayağına çekerdi çocukluğumuzu bir de yatmadan önce babalarımız… Çok öykü biriktiremezdik on altı metrekarelik odaya serpiştirilen kalabalık yatak kümelerinden. Kesişimler ve ortak paydaların akıbeti hep aynı oluyordu çünkü. Ve odayı aydınlatan gazyağı lambasının sona eren titrek ışığının karanlığında iç bükey korkularla girerdik kalın yorganların altına… Bedenimizden daha ağırdı yorganlar ve kütlemiz kadardı başımızı koyduğumuz yastıklar. Köyden kırpılan koyunların yünü kokardı rüyalarımız. Karabasan hikayeleri ile din dersinde anlatılan cinlerin savaşında geçiverirdi geceler.

Her çocuğun bir hikayesi vardı pencereden baktığında hayal kurduğu. Bizler şehrin orta yerinde dağların ötesindeki şehirlerden habersiz üleşiyorduk kıt kanaat biriktirdiğimiz gazoz kapaklarını ve radyo pillerini. Bilyelerimiz renkli idi ve onu da en arsızımız ve çirkefimiz daha çok toplardı. Oyuncak diye toprağın bağrına sapladığımız çivilerimiz vardı ve taşları devirdiğimiz plastik toplarımız. Okula giderken, toprağın yağmurla meşkiyle yoğrulan çamurlara girerdi ayaklarımız. Ve küçük bedenlerimiz çıkartamazdı o vantuz misali kendisini saran toprağın yükünü. Çamurdan utanırdı ayağımıza giydiğimiz pabuçlarımız ve paçalarımızın arasına çamurlanırdı, sümüklü çocukların kollarına sürdüğü o beyaz parlak ışıklar misali. Soba kenarında kurutur, fırça ile pürü pak eylerdik rengini unuttuğumuz pantolonları.

Hepimizin hikayesi aynı idi bu yüzden hiçbirimiz ezik olarak görmedi kendisini bu hikayede… Tüm çocuklar farklı anne ve babalardan aynı dayağı yiyor. Okulda aynı sıra dayağına çekiliyor. Aynı çamura batarak okula gidiyor ve aynı sıra dayağına çekiliyorduk. Bu yüzden hayallerimizi süsleyen başka bir dünyamız yoktu. Bu yüzden hep birlikte acıya gülümser, kanayan dizlerimiz ve dirseklerimiz ile devam ederdik oyunumuza. Kafamız kırıldığında bayılan annelerimiz yoktu, çünkü kanlı kafadan süzülen kanla kirlenen elbiseyi nasıl temizleyeceğini düşünüp kızan ve döven annelerimiz vardı.

Onlar misafirlere sunumlar yaparken en şaşalı ve görkemli tabaklarla ve çatal kaşıklarla, bizler ortaya konulan tencereye daldırırdık kaşıklarımızı. Onlar beyaz dantelli koltuklarda oturup, beyaz dantelli sehpalarda içerken çaylarını bizler yerlerdeki minderlerde büyütürdük geleceğimizi. Boynumuzun eğriliği ve gözlerimizin keskinliği gaz lambasında harf görmek için halının üzerine devrilip görmeye çalışan hallerimizdendi. Bu bile ödülümüz idi karneye düşen notların toplamı kadar sevilmek ve aldığımız öküzler kadar dövülmek. Neyse ki derslerde başarı gösterdiğim için buradaki dayağı es geçiyordum her karne mevsiminde. Ama komşunun kiraz ağacındaki kirazın iç yanağımda yaratığı kızıllık kadar yanağımızdaki tokatların kızarıklığı da yoldaş olmuştur her daim… Ve o zaman anlamıştım ki tanrı hiç yoktu ve olmayacaktı bir çocuğun hayatında… (çocukluğum…murat tali)

#Çocuk #çocukluğum #yaöyledeğilse #tanrı #çocuklar #mutluluk #ders #başarı #ebeveyn #karne #komşu #kirazağacı #hayatgüzeldir

Exit mobile version