Kayıp bir şifacı ruhun; asırlardır sürdürdüğü yolculuğun içinde, yorgun düşüp sığındığı bedende kendinden kaçmaya çalışan yaralı bir kuzgunun kanat çırpınışları içindeki debelenmesinde uyanmaya çalışıyorum.
Bu sözler, sonsuz bir arayışın, yorgunluğun ve ait olamamanın derin bir acısının yankısıydı. Ben, bu arayışın peşinde koşan, ruhu yaralı bir şifacıydım ya da bu sanrı ile kendisine anlam yüklemeye çalışan basit sıradan bir insandım. Asırlardır bu dünyada dolaşıyor, bedenimden bedene zıplıyor, insanlığın acılarını dindirmeye çalışıyormuşum gibi bir duyguyla dünyaya kök salmaya çalışıyorken, araftan geriye dönsem cehennem, ileri gitsem cennet olacak diye hamlesiz ve hedefsiz kalmayı seçmişim.
Yolculuğumun başlangıcı çoktan kaybolmuştu. Hangi çağda doğduğumu, hangi adı taşıdığımı bile hatırlamıyordum. Tek bildiğim, içimde yanan bir ateş, insanlara şifa vermek için duyduğum bir istekti. Bu isteğe yenik düşerek, kendi acımı ve yalnızlığımı görmezden gelerek, her birine bir umut ışığı sunmak için çabaladım. Onda ne kadar başarılı oldum açıkçası bilemiyorum. Zaten bu yolculuğa son vereli uzun zaman oldu. Kendini yakanların içinde varlık bulmak, olanları görüp yetersiz hissetmek garip bir tezahürün geri dönüşümdeki sarı saman kağıtlarına yazılı kutsal metinlerdeki duaları yok saymayı öğretti bana.
Yıllar boyunca birçok farklı yerde yaşadım. Kimi zaman bir köy şifacısı, kimi zaman bir savaş alanında yaralıları saran bir hemşire, kimi zaman da bir mahallenin sokaklarında gelen geçene bakıp iyi niyet dileklerini içinden sunan bir garip kimlik oldum. Her yerde farklı insanlarla tanıştım, farklı acılara şahit oldum. Kimi zaman sevgi ve minnettarlık gördüm, kimi zaman da nefret ve korkuyla karşılaştım.
Ama hiçbiri beni bu kadar yorgun düşürmemişti. Her bedenimle birlikte, her şifa verdiğim kişiyle birlikte, kendi yaralarım da derinleşiyordu. Kendimi bu dünyaya ait hissetmiyordum. Sanki bir gölge gibi dolaşıyor, insanlığın acısını omuzlarımda taşıyordum. Arkadaşlarımla sohbet ederken şifacıları şöyle tanımlamıştım, “tanrının evine çomak sokmaya çalışan ve onun işine karışan kendini kaybetmiş ruhlar topluluğu”. Evet madem her şeyi yaratan ve gözlemleyen ve sevgi dolu bir tanrı varsa ve o şifayı vermek istemiyorsa benim ne haddimeydi şifa vermek diye düşünüp dolanıyorum artık kendi içimde…
Bir gün, bir zamanın zamansızlığında kaybolmuşken, bir dostumla sohbet ederken. Gözlerinde sonsuz bir bilgelik ve huzur ile bana baktı ve “Yolunu bulmak için önce kendini bulmalısın,” dedi. Bu sözler beni derinden etkiledi. Yıllardır başkalarına şifa vermeye çalışırken, kendi yaralarımı ihmal etmiştim. Kendimi bulmak için önce kendimle yüzleşmem gerektiğini anladım. O günden sonra kendimi keşfetmeye çalıştım… Kendi acılarımla yüzleştim, geçmişimi ve geleceğimi sorguladım. Bu yolculuk kolay değildi. Ama her adımda kendimi biraz daha iyi tanımaya başladım. Fakat tanımak dönüştürmek değildi. Dönüştürmek ise kalabalıklar içinde yitmiş o yaralı şifacının derdi değildi. Sanırım cezalandırmanın hadsiz halleriyle kendini terk etmeyi göze almış bir zihin ile bedende seyirci olmayı seçmiştim.
Sonunda, kendimi bulmayı arzulayacağım bir yolculuğa çıkmayı çok isterim. Fakat istemek değil oldu gözüyle bakmak gerekiyor değil mi? Artık bir gölge olmamak gerekiyor bu bedenin hükümdarlığında. Kendi varlığımı kabullenmiş, kendi ışığımı yakmış bir şifacı ya da insan olabilirim. Artık sadece başkalarına şifa vermek değil, kendi acımı da iyileştirmeyi öğrenmem gerekebilir. Hakikat acılardan doğan garip bir ışık hüzmesi. Mutluluk içindeyken umarsızca kahkahalar ve gülümsemeler yüklenip yola devam edersin fakat acıda iken çaresini aradığın bir duyguyla var olursun. Bazen tüm duyguların bir sanrı olduğunu söyler dururum, fakat içimde büyüttüğüm ve varsa geçmiş yaşamlardan toplayıp getirdiğim ve eskilerin almadığı sorumlulukların bütünüyle bunun sanrı olmadığını da hissediyorum. Garip değil mi? Biliyor olmanın bilgisizliği içinde seyirci kalabilmek…
Bu yolculuk bana çok şey öğretti. Kendimi sevmenin ve saygı duymanın, başkalarını sevmenin ve saygı duymanın anahtarı olduğunu anladım. Artık yorgun değildim, yalnız da değildim. Kendim ile ve bu dünya ile barışmıştım demeyi çok istediğim bir yolculuğu deneyimledim. Fakat oralarda merkezde olanlar “ben” den hariç her canlı idi böyle olunca bunlar bazen temenni bazen de bir fırsat gibi kaldı orada. Fırsatlar satışa dönerse prim alıyorsun ve fırsatları satışa çevirme becerisini de kazanmak gerekiyordu. Bunu başarabildiğimi biliyorum fakat benliğimin ihtiyacı olan şeyleri, ihtiyaçsızlık hiyerarşisinde kaybettiğim için kendi içimde bir yere ait hissedemiyorum.
Artık bir şifacı değildim, bir savaşçıydım. Kendi acılarımla savaşmış ve farkında olmadığım zaferler kazanmıştım. Bilmeyerek de olsa onlarca ilaçla, terapistlerle çözülecek devinimsel sorun ve acıları içimdeki o savaşçı ile yenip durmuşum. Bunu hem çocuk olan ben hem de büyümekte olan ben başarabilmişim. Bunu deneyimlerken bilgi ve deneyimlerimi başkalarının da savaşlarında destek kuvvet olarak yer almışım. Başardığım yerler, yenildiğimi sandığım yerlerden çok daha fazlaymış ve bu farkındalık aslında yolun doğru yöntemin doğru ama bakış açımın yanlış olduğunu fark ettirdi şimdi. Dönüşümün sancılarını korkularımdan özgürleştirmeyi öğrenmem gerekiyor. Bunun için ihtiyacım olan şeyin savaşçının cesareti ve yaralı şifacının naif dokunuşu olduğunu biliyorum artık.
Bu, kayıp bir şifacının hikayesiydi. Ait olamamanın acısından, kendini bulmanın sevincine kadar uzanan bir yolculuktu. Hangi hayat ya da yaşam boyutunda biter bilmiyorum. Kaç kere bu döngü içinde kaybolup tekrar kendime vardım onu da bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki o da yoldayım ve yüreklerine dokunabildiğim çok sayıda insan var. Bu da ruhumun şifası ve yarınımın ışığı oluyor. Yolculuk bitmiyor, yol da bitmiyor ama hikaye her köşebaşında kendine bir eşlikçi ve kahraman buluyor. Dilerim ve umarım ilham verici bir yazı olmuştur ve sizlerin de sancısını dile getirebilmişimdir. Yalnız değiliz sadece dağınık ve birbirimizden kopuğuz. Bilin ve huzurda olun her daim… Sevgiyle ve minnetle…