Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Zihnin yalnızlığı, ÖZün tek başınalığı

Aynaları konuşalım demiştik. Aynaya bakanı tanımakla başlayalım haydi.

1997 yılında, bir akşam, çalıştığım bankada, her zamanki gibi fazla mesai yapmaktaydım. Arkadaşlarımın gün sonu raporlarını hazırlayıp onaya getirmelerini beklerken, Zincirlikuyu’daki plazalardan birinin 9. katındaki ofiste oturmuş, ay ışığının gölgelediği mezarlığı seyrediyordum. Mezarlığın sessiz karanlığına tezat duran içerideki telaşlı mesainin gürültüsüne karışan akşam trafiğinin uğultusu vardı. Bir de hepsinin dışında öylece duran ben vardım. Hayat ve ölüm aynı alandaydı..Belki günün yorgunluğu nedeniyle, belki ay ışığının etkisiyle ve belki artık zamanı geldiği için, o akşam, bilinçli bir farkındalık şimşeği içimde çakmıştı. Hintlilerin satori dedikleri hâl böyle olsa gerek. Hep söylenen bir sözün tam olarak neyi ifade ettiğini hücrelerimde hissetmiştim. İçimde parlayıveren söz şuydu;

“İnsan yalnız doğar, yalnız yaşar, yalnız ölür.”

Bir anda hayatla barış imzalamış gibi oldum. Hayatta ne bir mücadelem ne de ondan bir beklentim olabilirdi. Kiminle uğraşıp, kimden ne bekleyecektim? Dışarıda hiç kimse yoktu. Evren, zihnimde yorumladığım, benim algıladığım ve sınırlarım içinde yarattığım bir ‘şey’di. Adını koyamıyordum zira hologram ya da illüzyonun ne olduğunu hiç duymamıştım; henüz bilmiyordum. Bu garip huzur halinin sürdüğü birkaç günden sonra normal algı düzeyime döndüm ama hayatım bambaşka bir şey olmak üzere rayından çıkıp yepyeni bir rotaya yerleşmeye başlamıştı. O günden sonra tüm yaşadıklarım, yukarıdaki tek cümleyi tamamen öğrenmem için önüme gelen derslerden ibaretti. Gerçek sandığım her şey hayal, değişmez sandığım her şey geçici, ‘ben’ sandığım her şey önyargılı birer düşünce kalıbı imiş meğer. ‘Ben’ diye tanımladığım şey özenle sıralanmış zihinsel kavramlardan ibaretti. Kavramlar içsel anlamını yitirdikçe görünen hayat değişiyordu.

Yıllar sonra bir gün Osho’nun Kadın isimli kitabında bir cevap buldum. Yalnızlık ve tek başınalık farklıydı. Kendimize yürüdüğümüz bu yolda başlangıç noktası “yalnızlık algısı” iken varış noktasının “tek başınalık hali” olduğunu orada idrak ettim.

Osho “Tek başımıza doğarız, tek başımıza yaşarız ve tek başımıza ölürüz. Tek başına olmak bizim doğamızdır ama biz onun farkında değiliz. Bunun farkında olmadığımız için, kendimize yabancı kalırız. Tek başınalığın bir güzelliği ve görkemi, bir pozitifliği vardır; yalnızlık zavallıdır, negatiftir, karanlıktır, kasvetlidir.” diyordu. İlk kez bu iki kavramın arasındaki farkı bu denli net görmüştüm. Ve  “O yüzden sana yeniden hatırlatıyorum, tek başına olmayı yalnızlıkla karıştırma. Yalnızlık kesinlikle hastalıktır; tek başına olmak mükemmel sağlıktır. Hayatının anlamını ve önemini bulmak için atacağın ilk ve en öncelikli adımın kendi tek başınalığının içine girmek olduğunu bilmeni isterim.” diyordu Osho.

İşte bu bilgiyi zihnimde anlayıp, ruhumda onayladıktan sonra hayatı yeni bir perspektiften seyrettim. O zaman yalnızlık korkumu tek başınalığın özgürlüğüne dönüştürme sürecim başladı ve hala devam ediyor. Geçen aylarda burada defalarca konuştuğumuz gibi, hayatımızda var olduğunu algıladığımız her şey içimizdekinin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Bu gerçeği, yukarda size anlattığım idrakten beri değişik düzeylerde anlayıp durmaktayım. Her anlayış bir öncekini kapsıyor. Her defasında görüyorum ki ‘tamam, galiba yanıt budur” dediğim şey, koskoca pastanın incecik bir dilimi imiş. Bilgiyi entelektüel düzeyde anlamak ile içselleştirmek çok farklı şeyler.

Şu yaşadığımız günlerdeki algı düzeyime ve anlayış kapasiteme göre aşağıdaki gibi bir ‘mevcut durumu netleştirme’ listesi çıkarabildim. Bu anlayışım yarına aynı kalır mı bilmiyorum ama şimdiki halde, yalnızlık algısının hayatımızda ne sonuçlar doğurduğu ve bunu tek başınalığa dönüştürebildiğimizde neler olduğu, gözlemlediğim kadarıyla böyledir.

Yalnızlık algısının etkileri şunlardır:

Tek başınalık hali ile açığa çıkan haller şunlardır:

Kadim zamanlarda ve günümüzde yaşayan pek çok öğrenci ya da dindarın Tanrı’ya adanmak adına bekaret yeminleri ettiklerini biliyoruz. Bekaretle yetinmeyip, kendilerini manastır hücrelerinde ya da dağ başlarında inzivaya sokanların olduğunu da biliyoruz. Yukarda söz edilen tek başınalık böyle bir şey midir sizce? Yoksa münzeviler ÖZün tek başınalığını zihinsel ve fiziksel yalnızlıkta taklit ederek tekamül etmeye çabalarken, ÖZü bedenleyip parlamak yerine sönük bir taklit olarak mı kalmışlardır? Elbette bu gerçekten münzevi olmayı özleyip, doğal süreçlerinde bunu yaşayanlar için çok yükseltici olan bir durumdur lakin toplum yönlendirmesi ya da tanrıya ödün verme niyetiyle yapanlar için birer ceza olacaktır. Tek başınalık “doğal halin ne ise onu yaşayacak güce, farkındalığa ve özgürlüğe sahip olmaktır” denebilir belki. Tabii bunun için öncelikle doğal halimizin ne olduğunu kendimiz bilebilmeliyiz. İşin zor tarafı kendi doğamızı yargısızca kabul edebilmektir. Bu nedenle, soğan kabuğu gibi kimlik katmanlarından soyunmak önemlidir.

Yalnızlık ve tek başınalık arasında gidip gelmekteyken gündelik ilişkilerimiz en önemli dersleri içeriyor. İlişkilerin seyrini ise iletişim şeklimiz ve merkezimizde durabilme yeteneğimiz belirliyor. Eğer münzevi ya da adanmış bekarlar değilsek; gündelik ilişkilerimizle, deneyimlerimizle kendimize yürüyorsak tek başınalığın nasıl bir duruş olabileceğini sonra konuşalım. Bu arada; eğer sahiden tek isen o başkaları dediklerin kimdir bir düşün istersen.

 

Exit mobile version