Benim babam futbol sevdalısı bir adamdı. Gençliğinde futbol oynamış, kalecilik yapmıştı ancak elim bir kaza sağ elinin yarısıyla birlikte tüm gelecek ümitlerini de yanında götürmüştü. Buna rağmen futbolla ilgisini hiç kesmemişti. İki kızı vardı, erkek olsalardı belki onların da futbol oynamasını isterdi, bilemiyorum. Ama kızlarına kendisindeki sevdanın aynısını aşılamıştı. O Fenerbahçeliydi, biz de. Çocukluğumuzun siyah beyaz televizyonlarında bile çubuklumuz sarı lacivertti bizim.
O tek kanalın yayınladığı her maçı birlikte izlerdik, olmadı radyodan dinlerdik. İngiltere’den sekiz gol yediğimiz de olurdu, Fener’in 4-0’dan maç çevirdiği de. Kornermiş, autmuş, taçtan gol nasıl atılırmış, anlatırdı. Ofsayt neymiş, hangi oyuncu nerede duruyormuş beyaz cama yapışa yapışa tartışırdık. Avrupa kupalarını takip ederdik, özellikle şampiyon kulüpler kupasını. Dünya Kupası maçlarını dört gözle beklerdik, gazetelerin verdikleri boş fikstürleri doldururduk. Ezelden ebede yegâne favorimiz Brezilya idi, o da muhakkak yarı yolda bırakırdı bizi. Almanya’nın, İtalya’nın, Arjantin’in şampiyonluklarını beraber izledik. Maçlar uzadı mı illâ penaltıya kalsın isterdik.
Halit Kıvanç’ın pırıl pırıl sesiyle TRT’de maç anlattığı yıllardı. Sahalar güya yeşildi ama orta yuvarlak daima kabak, etrafı biraz çimli, kale önü muhakkak topraktı. Maçlar kıran kırana değil öldüresiye sert geçerdi. Kaval kemiğine inen tekmenin ya da ayak bileğine yapışan kramponun verdiği acı ekrandan taşardı. Kırık da olurdu çıkık da. Şimdiki kadar kolay çıkmasa da kartlar havada uçuşurdu. Hakemler o zaman sadece üç kişi maç yönetirdi. Orta hakem ağzından düşürmediği düdükle nefessiz kalana kadar oradan oraya koşarken, yardımcılar da yan çizgilerde aynı teri dökerdi. Saha bir anda karışırdı. Canı yanan oyuncunun arkadaşları canı yakanın yakasına yapışırlardı, hakemler aralarına dalardı. Bazen de futbolcular kararını beğenmedikleri hakemin tepesinde biterlerdi, arbede çıkardı. Hakemin üzerine yürüyeni çok gördüm, ama kaçan hakem pek görmedim açıkçası. Tribünler ayrı âlemdi. Sahada oyuncular, tribünlerde seyirciler kavga ederlerdi. Tıpkı bu günkü gibi o günlerde de tezahüratlarla inlerdi statlar. O dönemi en iyi Erman Toroğlu bilir, tanıyanınız sorsun anlatır eminim. Hiç unutmam bir röportajını okumuştum gazetede. Türkiye’de günlerce konuşulan o röportajda sorulan sorulardan biri; “bugüne kadar işittiğiniz en ilginç tezahürat neydi?” minvalinde bir şeydi, verdiği cevaba gülmekten bayılmıştım.
Derken yavaş yavaş değişti her şey. Futbolun lokomotifi üç büyükler alt yapı yatırımlarına yöneldiler, statlarını modern büyük komplekslere dönüştürdüler ya da öylesini inşa ettiler. Gerçekten de yeşillendi sahalar. Fair play ortaya çıktı. Kimi kurallar değişti, kimileri yeniden tanımlandı. Hakem triosuna bir dördüncü eklendi, kulaklarına kulaklıklar iliştirildi, kayıp zaman kaybolmaktan kurtarıldı. 9 m 15 cm değişmedi ama penaltıya sebebiyet veren hareketler daha ayrıntılandı, meşin yuvarlak meşin olmaktan çıktı. Dünya ve Avrupa Şampiyonalarında üçüncülük gördü bu gözler. Sonra bir gün VAR icat oldu. Ama o da ofsayt “nedir, nerede, nasıl bulunur?” sorununu çözemedi. Böylece futbol terimleri lügatine “ofsaytımsı” diye bir tanım eklendi. Beklentim onun da bir gün bir kurala bağlanması. Bu arada hakem sayısı iyice arttı, sahadaki oyuncu sayısıyla yarışır hale gelmesi an meselesi.
Babam artık aramızda değil. Futbol hâlâ 22 kişi ve bir topla oynanıyor. Biz iki kız kardeş hâlâ maç seyrediyoruz. Kazandığımız derbilerde tebrikleşiyor, kaybettiklerimizi es geçiyoruz. Başkanların, transferlerin kritiğini yapıyor, arada ne olacak bu hâlimiz diye dertleşiyoruz. İtiraf etmem gerekirse eskisi gibi takım on birini ezberden saymam mümkün değil ama yine de kulağımda kalanlar var tabii. Mesela Arda Güler’in erken gittiğini, Altay Bayındır’a haksızlık edildiğini düşünüyorum, Ferdi Kadıoğlu’nun oyununu pek beğeniyorum. Babam hayattayken Erman Toroğlu ile Şansal Büyüka’yı izlerdik her Pazar, ondan sonra NTV Spor’a transfer etmiştim kendimi, şimdilerde TRT Spor’da Bünyamin Gezer’le Hünkâr Mutlu’yu takip ediyorum.
Elli küsur yıllık tanıklığımın hikâyesi bu şekilde sürüp giderken geçenlerde bir olay oldu, ardından bir tane daha. Önce Ankaragücü Spor Kulübü’nün başkanı hakeme yumruk attı, sonra etrafındakiler yere düşen hakeme tekmelerle saldırdılar. Çocukluğumun yeşil sahalarında dahi olmayacak işti bu, akabinde ligler süresiz ertelendi. Süresiz; aşağı yukarı bir haftaya denk gelen bir süreymiş herhalde ki sonraki hafta maçlar tekrar başladı. Daha ilk maçta, bu kez de İstanbulspor Kulüp başkanı, kendi sahalarında oynamalarına rağmen takımını sahadan çekti.
Aslına kalırsa futbol sadece kas ve performansa bağlı olarak kitleleri etkileme gücüne sahip bir spor değil. Futbol aynı zamanda temsili bir spor. İçinde yeşerdiği kültürün, ait olduğu toplumun göstergesi bir spor. Her şeyden önce top toplayıcısından başkanına kadar büyük bir ekonomi ve geniş bir sanayi. Paydaşlarını bir hatırlayın: Futbolcular, teknik direktörler, antrenörler, hakemler, yorumcular, taraftarlar, seyirciler, taraftar dernekleri, kulüpler, reklam şirketleri, yayıncı kuruluşlar, storlar, sponsorlar. Ürünlerini de: Formalar, şortlar, çoraplar, dizlikler, ayakkabılar, eşofmanlar, eşantiyon malzemeler. Faaliyetlerini de: Eğitim, alt yapı koruma, geliştirme, dönüştürme. Kim bilir neleri unuttum, kim bilir neleri bilmiyorum, nelerden haberim yok. İşte bu nedenle futbol kitlesini toplumsal yüzdelerle istatistiksel olarak örtüştürmek da epey mümkün. Bu açıdan yaklaştığımda futbol aynı zamanda hilesiz bir ayna benim için; muasır medeniyetin hangi seviyesinde olduğumuzu ya da olmadığımızı çıplak biçimde gösteren bir ayna.
Öte yandan yukarıda bahsettiğim iki olay zincirleme başka olumsuz reaksiyonlara sebebiyet verdi, ayrıca zamanın olağan akışını da bozdu ve sekteye uğrattı. Yatay vaziyette soldan sağa doğru uzayıp giden ok biçiminde zihnimize kazınmış çizgisinde iki ayrık kırık meydana getirdi. Fay hatları kadar derin ve onarılmaz. İleri doğru hareket ettiğine inandığımız zaman şimdi akmıyor, daha kötüsü geriye gitti sanki. Kendi tanıklıklarımı, okuduklarımı ya da babamın anlattıklarını hatırlıyorum. “Şu vakit gibi oldu” ya da “Şu yıllardaki duruma döndü” demek istiyorum. Ancak hiçbir yere oturtamıyorum, tahtasını kaybetmiş tek bir puzzle parçası gibi boşlukta dolanıp duruyor tüm yaşananlar ve sebebiyet verdikleri. Sadece ben değil herkes kani de geriye gidildiğine kimse bulamıyor ne yeri ne de zamanı.
Maradona “Tanrı’nın eli” demişti daha sonrasında Arjantin’e kupaya getirecek kural dışı o meşhur hareketi için. Belki zamanın olağan akışına dönmesi ve kayıp puzzle’ın yerini bulması için de tıpkı Arjantinli oyuncununkine benzer beklenmedik ani bir dokunuş gerekiyordur. Fakat bu sefer kuralına uygun olursa iyi olur.