Varolduğumuzda hepimiz kendimizin bütünden ayrı olmadığımızı biliyorduk. Çünkü biliyorduk ki bir ve bütün olmanın parçası mutlaka kendimizle oluşmaktadır.
Yaprağı olduğumuz ağaçla bir olduğumuzu biliyorduk varolduğumuzda. Kesinlikle varolma halimizin bir damla değil, okyanusun kendisi olduğumuzu da biliyorduk.
Sonra belli belirsiz sebeblerce başkaları tarafından kalıplara boğulduk, durduk yerde kurallarla yoğrulduk hepimiz. Tek olmayı, yani “BEN” olmayı sanki marifetmiş gibi, bencil olmakla kendimizi bir ve bütün içerisinde saydık. Bunun içindir ki bir tarafımızda bütünden kopma kaygısını taşıdık yıllarca, çünkü bireyselleşme halimiz bizi egomuzun esareti altında mahkum etmişti bizden habersiz.
Toprak bizden hep ayrı duruyordu fakat bunu biz fark ederek anlayamadık, deniz bunun için bizden gayrıydı, deryalarımızı yitirir olduk hep. Kirlettik her tarafı, kestik kendimizden olan parçalarımızı doğamızdan, oraya buraya atarak bencilliğimizi koruma altına almaya çalıştık.
“BEN” olmak yerine, bencil olmak için ne gerekirse onu yaptık ve bu doğrultuda daha çok yol alarak kendimizden uzaklaşmayı başardık. Hemde acı olan durum ise, başka “BEN”‘lere basamak olarak kullanarak, umarsızca bencilliğimizi dahada yükseltmeye uğraştık.
Ünvanlarla, mücevherlerle, malla mülkle süsledik “BEN”‘lerimizi ve bencillikle tarifi çok daha mutlu saydık yaşam gerçekliğimizin sınırları içerisinde. Bir baktık ki geride kocaman büyük bir boşluk bırakıvermişiz arkamızda.
Hani “BEN” yerine bencil olunca güya doyacaktık bazı şeylere, sözümona bitecekti yaşamımızdaki bu doyumsuzluklarımız. Halbuki bencilliğin bizde oluşturup büyüttüğü egonun istekleri, durdurak bilmiyecek kadar bir canavarı büyüttük içimizde…”