Bu topraklara ait bir çeşit koan (Kısa Budist / Zen hikayesi) vardır.
İlim irfan sahibi olan bir zata sormuşlar İlmi nereden öğrendin diye. Kediden demiş. Evdeki kediyi, yine evindeki fareyi kovalarken izlemiş. Onun sabrını ve belki taktiklerini gözlemlenmiş. Oradan feyz almış. “Allah böyle bir hayvana bile nasıl akıl vermiş.” diye düşündü herhalde. (Burada yazının akışına alakasız kısa bir müdahalede bulunmak istiyorum. Yapmazsam ölürüm. Karınca bile deme. Bile’den incinir karınca.) Kısa hikâyenin üç yönü var. Yolda olana, niyeti olana bir kedi rehberlik edebiliyor. Uyanık olmak lazım. Diğer yandan doğayı ve hayvanları kendimizden aşağı görmemek lazım sonuçta onlar bu dünyada bizden önce de vardı ve belki bize rehberlik etmek için buradalar. Üçüncüsü ise şu an ki modern hayatımızda hayvanları izleyerek bir şeyler öğrenmemiz artık pek mümkün değil.
Hangimiz dağın başında sessizce bir süre kalıp doğayı izleyebiliyor? Kuşları, bitkileri ve belki vahşi hayvanları. Bunlar hakkında belki ikinci el bilgiye sahibiz. Ancak sorun bu değil. Eskiler derler ya “İlim irfan sahibi.”, “Bilmek başka olmak başka.” diye. İşte böyle irfan sahibi olmak o bilgi ile dost, hem hal olmak. Olmak ise o bilgiyi tecrübe edip hayata geçirmek. İşte sorun burada. Hayatımızın gerçeğinden o kadar uzağız ki o yok saydığımız doğaya bizi bıraksalar hayatta kalamayız.
Size daha enteresan ve daha acınası bir şey anlatayım mı? Çok değil bir ya da iki kuşak önce evlerimiz böyle değildi. Bahçelerimiz vardı. Annelerimiz oraya ekip dikerdi. Hangi fide ne zaman dikilir bilirlerdi. Yeni aydan dolunaya kadar ekerlermiş mesela. Doğanın ritmi ile aynı frekansta yaşarlardı ya da en azından ona saygı duyarlardı. Sonra hangi ot nedir, neye iyi gelir, ne zaman çıkar bilirdi. Mantar vardı mesela. Bunlar hiç parası olmasa bile bir kadının ailesi için yemek yapabilmesi demekti. Sonra dağa çıksa (lütfen dağda kadının başına gelebilecekler ile ilgili korkularınızı salmayın ortaya. Ayrıca bu da şu andaki bizim acınası durumlarımızdan biri) kızılcık, böğürtlen, kestane bilmem daha hangi yemişler.
Demem o ki insan evladı, durumun bu elindeki teknolojik aletlerin alınsa sefertası misali evinde yalnız ve çaresizsin paran olmasa ölürsün. Dışarıdan topladığın kozalak ve odunu yakmaya artık evinde soba yok daha da kötüsü baca yok. Ve en ironiği belki ateş bile yakamazsın. Dışarı çıksan kilometrelerce yürüsen ot ya da mantar toplayacak bir yer bulamazsın. Bulsan bilemezsin belki zehirlisini yer ölüp gidersin. Gerçi senin aklına doğa Hıdırellez’de gül ağacı ararken ya da ertesi sabah dileklerini suya atmak için akar su ararken gelir.
Geçenlerde canım Damla’nın (Damla Çeliktaban) açtığı alanda Kederin Vahşi Kıyısı’nı okurken (ilgilenenler için yazarı Francis Weller) düşündüm bu acizliğimi ve çok üzüldüm. Damla da bu da yasın altıncı kapısı bunu da sen yaz deyince paylaşmak istedim üzüntümü. İnsan çocuğu kendine ne yaptın? Nasıl keyfin için elini kolunu bağladın? Yine keyfin için doğuştan hakkın olanları kimlere teslim ettin?