Çoğumuz Hansel ve Gretel masalını biliriz. Biri kız diğeri erkek iki kardeş ormandaki pasta, çikolata ve şekerlemeden yapılmış eve giderler….
Aslında hepimizin ormanda böyle bir evi vardır. Hayalleri, kızıl elması. Kimimiz için iyi bir eğitim, iyi bir iş sahibi olmak, kimimiz için zengin ya da ünlü olmak, ya da yuva kurmak, evlat sahibi olmak.
Sonra iki kardeş de bizizdir. Kız kardeş sezgi yönü yüksek dişi yanımızdır. O eve dönmek ister ve yol boyunca kah işaretler arar kah işaretler bırakır.
Yol bizim ömrümüzdür mesela. Yoldaki ekmek kırıkları ise yolun ikinci dakikasındaki ben, onuncu dakikasındaki ben, efendime söyleyeyim yetmişbeşinci yılındaki bendir. Zaman denen mahluk tüm bu kırıntıları yese de tek bir ben yoktur ve yolun sonunda gerçek ben, tüm bu benlerin ortalamasıdır.
Ormandaki ev gerçekte nedir peki? Cadının evi. Bir ömürün sonunda gerçekte elimizde kalan şey ya da şeyler. Derler ki insan cennete bile gitse keşkesi olurmuş. İşte o ev keşke, ama ve ben ile başlayan tüm cümlelerdir. Yolda sizi canavar kapmış bir kolunuzu ya da bacağınızı koparmış olsa bile yolun sonundaki pişmanlık canınızı o canavardan daha çok acıtır. İşte gerçek can acısı budur.
Yapabilecekken yapmadıklarımız ya da tam tersi yapmamamız gerekirken yaptıklarımız, tüm seçimlerimiz ve nihayetinde boşa geçen bir ömür. Tüm bunlar cadının evindeki ateşin odunlarıdır ve vicdan denen fırın bu odunlarla yanar. Tıpkı tek bir ateş olmadığı sıcağı, soğuğu, kırmızısı, mavisi olduğu gibi pişmanlıklar da çeşit çeşittir. Ama hepsi yakar. Rahmetli anneannem derdi ki ateş her şeyi temizler ve öyle de olur. Ateş beni yakar egolarımı ve hatta sahte benlerimi.
Ve işte kendini çıkar aradan ortaya çıkar yaradan. Bütün her şeyin sonunda yaradanı görürmüyüz orasını bilemem. Ama göreceğimizden emin olduğum tek şey var o da yaşam denen bu simülasyonun gerçeği.