Geçen bir kitapta denk geldim “İçsel anne” ye. İçimdeki çocuğu biliyordum da anneyi bilmiyordum. Sonra düşündüm. Benden nasıl bir anne olurdu bana diye. Görerek öğreniyoruz malum. İçimdeki anne bir zamandır sıkılıp duran ruhuma nasıl annelik ederdi diye. Kesinlikle “Sıkı can iyidir, çıkmaz. “ derdi. Sonra “senin rahatın kim de var bak yaşıtlarına!” derdi. “Zaten bende kabahat seni el bebek gül bebek büyüttüm” derdi. Sonra kendi çocukluğunu anlatırdı. Bildiğinden değil coğrafyanın tüm annelerini içselleştirdiğinden. Baktı gördü durum ciddi. Kalkıp bir hal çaresini aramaya başlardı. Kesin ruhumu yatırır yere kaynak suyla çamaşır suyunu karıştırıp bir güzel fırçalardı. Sonra reçel gibi saatlerce kaynatır bir güzel kavanozlardı. Olmadı tarhana gibi mis kokulu çarşaflarla balkona sererdi. Sahi çiçekleri gibi bakar ve konuşur muydu? Bilmiyorum.
Ben olsam nasıl annelik ederdim başka bir insan çocuğuna? Önce yanına gider usulca bir şeye mi üzüldüğünü sorardım. Anlatmak isterse onu dinleyebileceğimi söylerdim. Anlatırsa sadece dinlerdim. Akıl vermeden. Sadece her zaman yanında olduğumu hissettirerek. Anlatmazsa! Alınmazdım. Kişiselleştirmezdim. Kremalı bisküvi alır, yanına ıhlamur demler güzel fincanlarla odasına servis ederdim. Belki anneannem gibi kıymalı börek ve çilek kompostosu yapardım.
Çok garip daha fazlası aklıma bile gelmiyor. Öyle alışmışım ki mevcut olana. Sadece benim annem değil tüm annelerin tavrına. Birlikte büyüdüğüm tüm kızların anneleri benimkine benzerdi. Hatta annelerimizin anneleri de. Mutfaktaki yemek kokusu, mis gibi kokan çamaşırlardı anne. Koşma terlersin, içme boğazın şişer idi. Karşı komşunun kızına bak nasıl evi temizliyor idi. Ya da bak falanca çeyizini hep örüp bitirdi idi. Evler pislendi. Çeyizler çöp oldu. Düştüğümüzde yaralanan dizlerimiz, sözüm ona dondurmadan şişen boğazımız iyileşti. Yerine ne mi kaldı? Tüm bu sözler ve daha bir sürü başkası ayaklarımıza takıldı. Dikenli teller gibi ayak bileklerimizden bağladı bizi. Belki mevcut olan benden yeni bir ben doğurmak için İsa gibi çarmıha gerildik bilmiyorum. Hareket edemedik. Ettikçe zorlandık, yaralandık, kanadık. Bugüne geldiğimizde bize nasıl davranılmasını istediğimizi, açık yüreklilikle ama, bilemez olduk. En fazla öğrendiklerimizi söyleyebiliriz. Okuduklarımızı ya da. Annemiz bize duygusal anlamda ne kadar uzaksa biz de kendimize ve hatta içimizdeki çocuğa o kadar uzağız. Okulda da hiç bir şey öğretmediler bu konuda.
Peki ne yapmalı? Özellikle Jung’un hayatın bu devresi için ayrıca bir eğitimi gerekli gördüğü zamanlardan geçiyorsanız ben gibi şunu öğrenmişsinizdir; küçük bir hareket ile başla. Yola çık! Sana öğretecek birini bul. O kadar şanslı değilsen kitaplar var. Oku. Okudun tamam. Hemen uygula. Damla Çeliktaban’ın “Beni Büyüten Kadınlar” kitabında masallardan bahsederken dediği gibi “ Tüm tertemiz, pırıl pırıl, pespembe, dantelli, boncuklu zanlarımızın ortasına bırakıverir fare kuyruklu cadıyı ve “Al” der, “Bak, bu da sensin!” Bu yaşımda korkarım fare kuyruklu cadıdan. İçimdeki çocuk korkmaz mı? Annem yanımda olsa, elimi tutsa! Daha mı kolay olur? Yok artık bu yaşta annemin yanımda ne işi var? “Korkuyorsun işte gelsin elini tutsun.” “Tutmaz ki!” Alır süpürgeyi benim evladımın yanında ne işin var diye kovalar cadıyı. Dahası belki parçalar. Annem hep öyle der. “Kimse evlatlarıma bir şey yapamaz. Parçalarım onları!” (Bir şey yapılması gerekiyorsa ben yaparım)
Eskiden şimdiki çemberler misali, büyük annelerimizin ahiretlikleri ile sohbetleri olurdu. Öyle altı çeşit ikramlıklı, çaylı, kahveli bilmem neli değil. Üç gün önceden tasasının başladığı insana gönül ferahlığı değil yıkımı olan günler gelmesin aklınıza. Hatırların sorulması, eşin, çoluk çocuğun anılması girizgahtı. Sohbet belirli bir kıvama geldiğinde eski anılarını anlatırlardı tüm samimiyetleriyle. Atalarından öğrendiklerini, tecrübe ettiklerini. Masal dinler gibi dinlerdim. Hiç bilmiyorsa okuduklarından devşirdiklerini anlatsın benim içsel annem. İnsanın içinde fare kuyruklu cadıların olabileceğini, onları yok saymak yerine tanımaya çalışmam gerektiğini, bana ne anlatmak istediğini bulmaya çalışmamın yerinde olacağını salık versindi. Bazı hikayelerde göz göze gelmeden kaçılmalıdır ya canavarlardan, tam aksine cadının gözünün içine bakmamı söylesindi.
Hikaye deyince aklıma geldi. Bize okullarda matematiği de iyi anlatamamışlar. Çok anlatılır bir hikaye vardır; bir tasavvuf büyüğü, şimdi adı aklımda değil, dışarı çıkınca hiç insan görmezmiş. Dışarıdaki insanların hepsi hayvan şeklinde görülürmüş zatı muhtereme. Bir başka bir rivayet Mevlana’dan “İnsan insanın aynasıdır.” Öyle bir söz ki yıllar önce beni oturduğum yerden kaldırıp yollara düşürdü. Öyle tesirli bir söz. Ama masallardaki gibi az gittim uz gittim. Bir baktım ki bir arpa boyu yol gitmemişim.
Neyse konuyu dağıtmayayım. Matematiğim iyi olsa çoktan bu iki rivayeti toplar içimdeki farelere de cadılara da uzun yıllar evvelinden aşina olurdum. İçsel gücümle tanıştırmasını isterdim mesela içsel annemden. Gecenin karanlığında bir mağarada fare cadı ile yüzleşsem ne yapmam gerektiğini sorardım. Aynı ev işlerini annemden öğrenirken yaptığım gibi “ sen dur, ben yapayım, bak bakalım yapabiliyor muyum?” derdim. O doğruyu biliyor mu peki? Bilmese ne olacak yanımda bir nefes olurdu. Yalnız olmadığımı ve dahası benden önce göçüp gitmeyeceğini bilirdim. Kendi annemle olduğu gibi birlikte büyürdük. Birlikte büyütürdük.