Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Sevginin iz düşümü

Sevgi… Hayatımızın en derin, en tartışmalı kavramlarından biri. Kimine göre bir an, kimine göre bir ömür. Tanımlamakta zorlandığımız, hissetmekle düşünmek arasında gidip geldiğimiz bu duygu, aslında ne kadar da kırılgan ve bir o kadar güçlü.

Birçoğumuz sevgiyi olduğu gibi kabul etmek yerine, ona hikayeler yazarız. Anlam yükler, yükler altında eziliriz. Beklentilerimizle büyütür, hayal kırıklıklarımızla küçültürüz. Sevgi, bazen tıpkı kabuğunu kargaların kırdığı bir salyangoz ya da evini kaplumbağalara emanet eden bir fikir gibidir. Anlaşılmaz, ama bir o kadar yalın.

Sevgiyi tanımlamak için çırpınan insanlık, sanki kanadı kırılmış bir kuş gibi kendi döngüsünde yön arar. Ancak belki de yapılması gereken, sevgiyi tanımlamaya çalışmak değil, onun sadece var olmasına izin vermektir. Sevgi, düşüncelerimizin ötesinde, kendi halinde akmayı bekleyen bir nehirdir.

Peki ya öyle değilse?

Bu sorunun ardında derin bir ironi saklı. Sevgi, kendi içinde trajik bir şefkat barındırır. Zanlarımızdan inşa ettiğimiz saraylarda süslenir, ama bu saraylar bir gün düşman güçlerce yerle bir olur. Trajedisi şefkat olan bir sevginin içinde, karıncaların izini sürerken kayboluruz.

Felsefi bir pencereden bakıldığında, sevgi varoluşun bir esintisinden öte değildir. Nietzsche’nin “Sevgi, insanın kendisine verdiği değerin bir yansımasıdır” sözü, belki de bu döngünün açıklamasıdır. Sevgi, kendimizi görmek istediğimiz gibi gösterir. Ancak, seviyorum dedikçe günlerin içinden anlar eksilir, geri sayım başlar ve sonunda sevgi, kayboluşun adı olur.

Sessizliğe çekilen sevgi

Ve böylece sevgi, anlatılmadan, yazılmadan, sadece hissedilerek kendini tamamlar. Bin katlı iz düşümleri arasında kayboluruz, ne kadar tanımlamak istesek de kelimeler yetersiz kalır. Sevgi, tanımsız bir evrende var olur, sınırları ve biçimleri olmadan. Onu anlamaya çalışırken her adımda biraz daha uzaklaşırız. Bu da belki sevginin asıl özüdür: Tanımlanamaz, elle tutulamaz, ancak varlığı her şeyi doldurur.

Sevgi, bazen tanımsız bir okyanus gibi gelir insana. Fındıkkıran balesindeki balerin misali, sevgiyle denize açılan insanlar, dalgaların nereden geleceğini kestiremez. Sevgi, sabah rüzgarını arkasına almış bir kuğunun yolculuğunda, kendine hem rehber hem de sınav olur. Bu döngüde bazen kaybolmak gerekir; çünkü kaybolmadan sevginin gerçek anlamını bulmak mümkün değildir.

Sevginin peşinden gitmek, aslında onun içindeki boşlukları aramaktan ibarettir. Bir yönüyle sevgi, bizlere “ben buradayım” diyerek kendini sunar; ama diğer yandan, “senin bu kadar peşime düşmene gerek yok” diyerek araya bir mesafe koyar. Gerçek sevgi, belki de her şeyin sonlanmasını beklemeyen, her anını olduğu gibi kabul edebilen bir durumdur. Ve bir bakmışsınız, sevgi zaten var olmuştur; onu görmek için uğraşmak yerine, sadece gözlerinizi açmak yeterlidir.

Bütün bu düşüncelerin, belki de içindeki en önemli mesajı, sevginin sürekli bir arayış, bir kavuşma değil, daha çok bir olma hali olduğudur. Sevgiyle ne kadar fazla uğraşırsak, ona o kadar daha fazla yük yükleriz; oysa sevgi, en saf halini kaybetmeden sadece var olmak ister. Sevgiyi anlatmak bir yükken, onu yaşamak bir özgürlüktür. Ve belki de en derin soru şudur: Sevgi, kendini anlamadan, sadece yaşanarak anlaşılır mı?

Zihnimiz, sevgiye anlamlar yükledikçe onu bir hayal kırıklıkları bütünü haline getirir. Oysa sevgi, ne bir kazançtır ne de kayıp. Bir trajedinin içinde, şefkatle var olan bir gerçekliktir. Sevgiyle ne kadar fazla uğraşırsak, ona o kadar yük yükleriz; oysa sevgi, en saf halini kaybetmeden sadece var olmak ister. Sevgi, düşüncelerimizin ötesinde, kendi halinde akmayı bekleyen bir nehirdir.

Sonunda, sevgiyle kurduğumuz bağların, onun doğasına ket vurduğunu fark ederiz. Belki de sevgiyi tanımlamak yerine, ona var olma alanı açmalıyız. Sevgi, kendisini arayanları uzaklaştırır, ancak sessizliğiyle onları kendi içine çeker. Anlamak değil, yaşamak onunla mümkün olur. Çünkü sevgi, bin katlı bir iz düşümüdür: Hep var olan ama asla sonlanmayan bir yolculuk.

 

İroninin şiirselliğinde sevgi

Bir fındıkkıran balesindeki balerin gibi sevgiyi taşıyan insanlar, iki sözcüğün kendilerine yetmesini umarak yaşamaya çalışır. Oysa sevgiyi anlamaya çalışmak, bazen başlamamış ve bitmemiş olan her şeyin ortasında bir ayrık otunun adını koymaya çalışmak gibidir.

Komşu köyün serçesi gibi durmadan sevgi, sevi ve aşk diye fısıldarız. Ancak kuşlar korosu, sessizliğe gömülmeden önce şöyle der: “Sevgi bile kendini sevmeyi bilmiyorken, senin haddine mi sevgiyi anlatmak?”

Sevginin peşinden koşarken, zanlardan bir saray yapıp onu kendi yalnızlığımızla süslemek ve düşman güçlerce işgal edilip yerle yeksan olmak. Başa sarıp, sona gitmek içine keşkelerin tüm şatafatlı görüntülerini sığdırmak. Ne alemin ne yüreğin harcıdır, trajedisi şefkat olan bir sevginin içinde karıncaların peşine takılıp iz sürmek, demek miydi Sevgi?

Akşam sevgisini rüzgar yapıp, yelkenlerini açarak okyanuslara açılan fındıkkıran balesindeki balerin. İki sözcüğü kendisine yar eden kuğuya öykünüp yakıyor tanyeri zamanları. Seviyorum dedikçe an eksiliyor sürekli günlerin içinden. Geri sayıma isnat edilmiş terk edişler günün sonunda tanımına seviyi ve aşkı kaydediyor. İlk sorusunu sorsun diye, günahsız ermişleri kapıya dizen mürşidin kapısına dayanan yılanların öcünü alıyor nefesini ateşle yakan kuzgunun sevdaya dair meselleri

Sevgi diyordu, sevi diyordu, aşk diyordu kapıya dayanıyordu komşu köyün susmayan serçesi.

Başlamamış ve bitmemiş olan her şeyin orta yerinde duruyordu sevgi ve başlayan biten bir hissin adını veriyordu ayrık otu. Bırak mirim şu sevgiyi anlatmayı, Sevgi bile kendini sevmeyi bilmiyorken, senin haddine midir sevgiyi anlatmak diyerek söze girdi kuşlar korosu ve susup gitti sessizliğine koca adam…

Yazar

Exit mobile version