Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Anlatmanın Çıkmazı

Bazı insanlar dünyayı anlamak, bazıları kendini anlatmak, kimileri ise unutulmamak için yazar. Kimisi de sadece içinde birikenleri, bir anın getirdiği duyguyu ya da zihninde yankılanan kelimeleri serbest bırakmak için kaleme sarılır. Yazmak, kimi zaman bir kurtuluş, kimi zaman bir hatırlama, kimi zaman da varlığını ispatlama çabasıdır.

Bundan kırk yıl önce, bir duyguyu kaydetmek için yazmaya başlamış olabilirim. Anlatmak istediklerimin anlaşılmadığını düşünerek, kelimelere sığınmak belki de benim icadım değildi; ama ben yine de orada, satırların arasında kendime bir dünya kurdum. Yazmak, bir yerlerin fotoğraf çekmek gibiydi; gördüğüm bir anı başkalarına göstermek için değil, kendime saklamak için kaydetmek gibiydi.

İşaret Dilinde : Seni Seviyorum

Yazmak; anlaşılma arzusu mu, kendime anlatma eylemi mi? Yazarken başkalarının beni anlayacağını umarak yazdım; ama zamanla fark ettim ki, en çok kendime anlatmak için yazıyorum. Bazen bir düşünce, bir duygu, bir hatıra gelip zihnime oturuyor ve ona söz vermem gerekiyor. O anı tekrar yaşamak, o hisse tekrar dokunmak istiyorum. Bazen de susuyorum, çünkü kelimeler yetersiz kalıyor. Fakat sussam da, kelimeler kendilerine bir yol bulup çıkıyorlar.

Kendimize anlattıklarımız, başkalarının bizi anlayacağı beklentisinden bağımsız olduğunda, yazmak gerçekten bizim oluyor. O zaman, kağıda dökülen kelimeler, zihnimizde birikmiş fırtınaları dindiren birer damla gibi oluyor. Yazmak, kendi düşüncelerimizi yeniden keşfetmek ve belki de ilk defa gerçekten duymak demek.

Belleğimin aynası; anılar, kelimeler ve zihinsel fotoğraflar. Her yazılan kelime, bir nevi zihnin çektiği bir fotoğraftır. Hatıralar, kelimelerin arasında saklanır, bazen yeniden canlanır ve bazen de kaybolur. Tıpkı eski bir fotoğraf albümüne bakarken hissettiğimiz gibi, eski yazılarımızı okurken de aynı hisleri tekrar yaşarız.

Bazen de bu fotoğrafı çekme sebebimizi unuturuz. Neden yazdığımızı, neyi kaydetmeye çalıştığımızı unutabiliriz. Ama kelimeler bizden önce hatırlar ve bize geri anlatır. Yazdıklarımıza döndüğümüzde, bazen unuttuğumuz benliğimizi buluruz, bazen de artık bizim olmayan bir benliğimizle yüzleşiriz.

Yazının içsel gürültüme aynalığı ve varlığımın sessizliği; stadyumlardan keşiş hücrelerine. Bu metafor aslında zihinsel dalgalanmalarımın ve yazma eylemimin bir yansıması. Gelin, bunu biraz daha derinleştirelim: Zihnim bazen dev bir stadyum gibi. Binlerce insanın aynı anda konuştuğu, bazen birbirine karışan ama kimi zaman ortak bir ritimde yankılanan seslerin oluşturduğu bir uğultu… Kimisi tezahürat yapıyor, kimisi tartışıyor, kimisi kendi köşesinde düşüncelerine dalmış. Dikkatim bir o yana bir bu yana savruluyor, hangi sesi dinleyeceğimi bilemiyorum. Her biri bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama aralarından bir tanesini seçmek mümkün değil.

Sonra birden o kalabalık dağılmaya başlıyor. Gürültü azalıyor, sesler birer birer kayboluyor. Kendimi bir dağ başında, sessizlikle çevrili bir keşiş gibi hissediyorum. İçimdeki sesler bile susuyor bazen. Kelimeler, içimde yankılanıyor ama dışarı çıkmak için acele etmiyor. O an, yazmak için kalemi elime almak ile onu bırakıp sadece sessizliği dinlemek arasında gidip geliyorum.

Aslında yazmak, bu iki ucun arasında bir köprü kurmak gibi. Bazen içimdeki o karmaşayı düzenlemek, düşüncelerimi bir sıraya koymak, onları anlamlandırmak için yazıyorum. Bazen de sessizliği kelimelerle bozmak, ona bir anlam vermek için. Yazmak, hem stadyumun coşkusunu hem de keşişin dinginliğini içinde barındıran bir eylem. Ne tamamen sessiz ne de tamamen gürültülü… İşte tam da bu yüzden yazıyorum; bazen bir çığlığı düzenlemek, bazen de bir sessizliği renklendirmek için.

Tekrar eden döngüselliğim ve garipleşen zanlarım ile aynı kelimelerle yeni benler inşa etme çabama ne demeli. Her yazdığım, birbirinin tekrarı gibi geliyor bazen. Aynı konular, aynı kelimeler, aynı hisler… Sanki büyük bir dairenin içinde dönüp duruyorum. Ama işin ilginç yanı, ben döndükçe, o daire de değişiyor. Bunu fark ettiğimde, tekrarın aslında bir ilerleyiş, bir yeniden inşa süreci olduğunu anlıyorum.

Kelime çoğaltmaya çalışma çabası bazen bir takıntıya dönüşüyor. Daha önce hiç duymadığım kelimeleri yakalamak, onların anlamlarını aramak, içime sinip sinmediğini tartmak… Bir kelimenin zihnimdeki yerini bulabilmesi için bazen onlarca video izliyorum, farklı insanları dinliyorum, onların ifadelerinde saklı incelikleri keşfetmeye çalışıyorum. Dilin içinde geziniyorum, bazen eskiye, bazen yeniye tutunarak. Ama ne kadar kelime eklersem ekleyeyim, yine başa dönüyorum. Çünkü yazmak, her seferinde aynı manzaraya bakan ama her defasında onu farklı gören bir çift göz gibi dolanıp duruyor içimde.

Dün bir röportaj izledim, konuk Ercal Kesal idi “melankoli”yi tanımlıyordu. Söylediği şey o kadar hoşuma gitti ki, kelimenin içinde bunca zaman fark etmediğim bir kapı açılmış gibi hissettim. Melankoli’yi tanımlarken, “Masanın üzerinde tırnaklarını gezdirirken parmağına batan kıymığın yarattığı acıyı anlatırken, masadan bahsetmeyip, kıymıktan bahsetmektir.” İşte kelimelerin gücü tam da burada; bazen bütünün değil, küçük ama derin sızıların peşine düşmektir yazmak.

Yani aslında her şey, tekrar gibi görünen ama özünde asla aynı olmayan bir döngünün içinde saklı. Çünkü aynı kelimeleri yazıyor olsam bile, artık onları yazan kişi aynı ben değilim. Her cümlede, her yeni kelime arayışında, her geri dönüp bakışta başka biri oluyorum. Ve belki de bu yüzden yazmaya devam ediyorum.

Yazmak ve bilmemek, yolda olmanın hafifliği midir? Garip bir soru değil mi? Başarır mıyım bilmiyorum. Yazdıklarım bir anlama ulaşır mı, bir iz bırakır mı, onu da bilmiyorum. Belki de bilmemek en iyisi. Bilmedikçe yazmaya devam etmek, sürekli bir arayış halinde olmak, kelimelerin bizi yeni yerlere götürmesine izin vermek…

Bütün bu yazma serüveni, kendime kendimi anlatma çabasından ibaret belki de. Ama bu yolculukta bir varış noktası olmasına gerek var mı? Stoa’da öğrencilerine ders veren bilge filozoflardan bugüne kadar anlatma çabasının hiç bitmemesi belki de bunun en büyük kanıtı. Sokrates’in sorularıyla bilgeliğe meydan okuyup bilmemeyi bilmek üzerine kurduğu diyaloglardan, Platon’un idealar dünyasında hakikatin izini sürmesine, Aristoteles’in mantık ile varlığı anlamlandırmaya çalışmasına kadar uzanan bu kadim miras, aslında hep aynı şeyin etrafında döndü durdu: Kelimeler yetersiz, ama yine de anlatmak zorundayız.

Varoluşu tarif etmekte kelimelerin yoksunluğu her zaman bir eksiklik gibi görüldü. Ama belki de kelimelerin eksikliği değil, onları söyleme çabamızdır bizi insan yapan. Hiçbir söz, hiçbir cümle varlığı bütünüyle kuşatamasa da, anlatmaya devam etme mecburiyeti içimizde bir yerlerde yanmaya devam ediyor. Tıpkı binlerce yıldır düşüncenin peşinde yol alanların yaptığı gibi, biz de bu bilinmezliğin içinde kaybolarak yazmaya devam etmeliyiz. Çünkü belki de mesele varmak değil, yolda olmaktır.

O halde, yazmaya devam edelim. Kendi kelimelerimizle var olmaya…

 

Yazar

Exit mobile version