Eksiklik, sakatlık veya engel değil sadece bir gerçekti bizim için babamın eli. Ardında muhakkak ki dramatik bir öykü vardı, çeşitli şekillerde defalarca dinlediğimiz. Ancak birlikte hayatınızı devam ettirdiğiniz bir durumsa bu, mesele giderek aşinalaşıyor, soluklaşıyor, işlevselliği kalıyor geriye. Gençlik yıllarının başında sıcak suyla haşlanarak başparmağı ile dört yarım parmağını kaybettiğinden küçük bir kürek biçimine bürünmüş el de öyleydi bizim için. Babam tarafından ustalıkla kullanılan, her işini kolayca hallettiği bir araç. Arada bir trajik öyküsü sohbet konusu edilen bir canlı.
O meşhur konuşmadan haftalar sonra mesai sonu babam yanında bir paketle çıkageldi. İçinde hepimizin merakla beklediği protez vardı. “Yaşasın!” zihnimde yankılanan ve paketin açılmasıyla derhal orada yok olup giden bir nidadır.
Zira protez-protez diye beklediğimiz şey, cansız bir mankenin dirseğinden ödünç alınıp gönderilmiş gibi duran yarım bir koldan ibaretti. Babam, her haliyle plâstik duran ve kokan bu nesneyi dirseğine kadar geçirdiği andan itibaren, o canlı, sevilesi ve küçük küreğini kullanamaz hâle geldi. İşlevsel iki eli varken, ansızın tekini yitirdi. İşte o zaman anladım ben “sakatlık” nedir, nasıl yaşanır.
Neyse ki yarım plâstiğin hepimizi boğduğu matem fazla sürmedi. Her türlü engellemeye alerji sahibi babam akşam sabaha erişmeden çıkardı attı cansız kolunu. Belli ki tamamıyla kendisine ait, yarım ancak yine de yaşam enerjisi ile dolu küçük sağ elini, plastiğin yapay ve bütün görüntüsüne tercih etmişti.
Protez kol ise büfeye tayin edildi. Yıllarca alt gözü her açtığımızda derinliklerden tok tarazlı bir sesle döne yuvarlana kendisini hatırlatmaya çalıştıysa da nafile bir çabaydı bu. Çünkü biz de babamın elini seçmiştik.