Hepimize kolay gelen şeyler var ve hepimizin altından kalkamayacağımızdan korktuklarımız… Beni gün içinde bu korku birkaç kez yoklar. Ya şöyle olursa derim. İçim ürperir. Bir müddet bununla kalırım. Etrafım kalabalıksa çaktırmamaya çalışırım. Derken bir rahatlama gelir. Bir yolu bulunur derim.
Böyle anlarda gözlerimi kapatır ve derin bir nefes alırım. Nasıl şükredeceğimi, kime teşekkür edeceğimi bilemem. Öyle çok kişinin hakkı var ki huzurla içtiğimiz su, yediğimiz yemek, kapısını kapatabildiğimiz ev, yorganımızı üzerimize çekip rüyalara dalabildiğimiz yatağımızda… Belki bu yüzden, olabildiğince paylaşmak isterim. Benimle paylaşan, beni cesaretlendiren, bana güvenen yol arkadaşlarım olmasaydı, bunların hiçbiri olmazdı. Belki bu yüzden bana sahip olduğum her şey emanet gibi gelir. Canımız bile öyle değil mi? Bir gün sahibine iade ediyoruz. Eşya el değiştiriyor.
Bana sahip olduklarım, hediye gibi gelir. O benim emeğimin karşılığı deyip geçemem. İnsanın rızkını insana getiren bir ağ var. Bu ağı oluşturan ve bizi bunun bir parçası olmaya hazırlayan bir yolculuk…
Bir bakmışsınız dağ sizin taş sizin, bir bakmışsınız iki karış kefen, iki metrelik çukur… Geriye kalan, tüm bunlar hâlâ sizin hizmetinizdeyken paylaşabildikleriniz oluyor. Karın, vazgeçmediğiniz müddetçe, bir şekilde doyuyor. Hatta üstüne bile koyuluyor. Koyan koyuyor. Bazen aç da kalınıyor, boğazınızdan geçen kuru ekmeğin mutluluğu, hüzün veriyor.
İki önemli soru olduğunu düşünüyorum. Birincisi nerede olduğumuz? Burada neye sahip olduğumuz? Hangi yeteneklerimiz? Ne gibi birikimlerimiz? Bunları nasıl değerlendirebiliriz? İkinci soru ve bence en önemlisi: Nereden başlayabiliriz? Hazır mısınız?