Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Kazanmanın kayıp öyküsü

Kazanmanın kaybetmeyle mümkün olduğu bir hayat içindeyiz. Rakipsiz bir kavgada kaybettiğimiz hayallerimizin rakibi kim olabilir? Bizden bize kayıplar vere vere büyüyoruz. Fesleğenin kokusu pencereden içeri düşecek diye rüzgarı kesip güneşi astık pencereye. Kurduğumuz sofraların izzeti ikramı bir kadeh kırmızı elmanın suyu oldu diye cenneti de haram kıldık kendimize. Aklıma geldi de Adem’i cennetten kovduran elma yeşil miydi? Kırmızı mıydı? Rengarenk saçmalamaya devam ediyor ya insanlık içimize kusa kusa hasretlerimizi kabız öyküler yazıp duruyoruz geçmiş ile gelecek arasında…

Kazanmanın kayıp öyküsü

Ne diyorduk kaybetmek… Kimi dinlesem bir yitirilmiş öykü anlatır. Annesinden, babasından, sevgilisinden, işinden, ilişkisinden, arkadaşından, dostundan bir parça kalp kırıklığı alıp içine kayıp şehirlerin şarkısını dolduruyor. İçip içip güzelleşecek dertler biriktirip kah yalnızlığının sarhoşu oluyor kah öfkesinin sırdaşı. Yerden bitme hikayelerin ardına gizleniyor her yaşanmışlık ve pul olmuş paralar ile satın almaya çalışıyor geçmişin tüm kanayan yaralarına dair izleri.

Boynuna beşi bir yerde masallar yazılmış kahramanlar gibiyiz. Kaf dağında kendi canavarımızı arayıp, dizilip dizilip atalardan özgürleşmeye çalışmaya çabalıyoruz. Üç başlı ejderha, kırk gün kırk gece uçan kuşlar, güneş doğmayan zirveler, adalara doluşan karabatak kuşları, yumurtlamak için sahile doluşan kaplumbağalar… Hepsi içimizdeki kayıp ülkelerin sınırları işgal edilmiş hayallerinden ibaret. Dikenli teller ile ördüğümüz içsel yaralarımızı kazanç hanesinden kayıp hanesine kaydetmemek için çakma mutluluklar peşinde koşup duruyoruz. Yalanlarımız ile doğrularımız arasında gidip gelen zihnimiz senden ve benden ötürü diye ikiye ayrılıp duruyor. Beynimizin sağ lobu ile sol lobu arasında kalıyoruz. Alimallah günahlarımız sola yazılacak diye hepten sağcı fikirleri yazıyoruz düş hanemize…

Düşündüm de insan olarak ilk kez tanrının oyununda kaybettik kendimizi. Şeytanla işbirliği yapıp kazanmayı hayal ettikçe Dostoyevski’nin İvan Karamazov’u giriyor kapıdan içeri “tTanrı öldü, artık her şey meşrudur” diye sesleniyor… Sahi Pablo Neruda “Ben böyle bir dünya arzulamıyorum. Ben, insanların insan olduğu, kimsenin kimseyi suçlamadığı bir dünyada yaşamak istiyorum.” Derken kime isyan ediyordu. Tanrıya mı? Bana mı? İlginç değil mi öykümüz. Kimse kazanmıyor ve kaybetmiyor aslında. Farkında olmanın dayanılmaz hafifliği mi? Deli olmanın karanlık ve içgüdüsel tepkileri ile kendini bile bile yakmak mı kazanmaktı, bilemedim. Aşk neresinde bu oyunun açıkçası bir fikrim yok, doğduğum günden beri kazanmaktan imtina edip kaybetmekten uzak durmayı maharet saydım durdum. Günün sonunda olan ne diye soracak olursanız, aslında bir şey olduğu yok. Kelimelerin benimle olan oyunu ile oyunun kelimelerle hemhal olmasının iz düşümleri dökülüyor satırlara…

Haydi biraz masal anlatalım kendimize, yeşil başlıklı kurdun, pabucunun tekini kaçarken yolda düşürmüş çobanın bir mağarada denk gelişine şahitlik yapalım. Kurdun derdi karın tokluğu çobanın derdi koşarken çıplak ayağına batan taşların bedenini saran acısı… Çoban köyde anlatılan masallardan duymuştu kutlar insan yemez diye. Bir anlaşma yapmayı hayal ederken, kurt çoktan bir sıçanı yollamıştı karın duvarlarını yumruklayan açlığına eşlik etsin diye. Kurt kazanmış, sıçan kaybetmiş çoban şahitlik yapmıştı. Şeytanın işine bak, her yere kötülüğünü götürmüştü. Mağarada Platon’un alegorisine ithaf edilmiş bir ışık hüzmesi dolanıyordu Korkusundan sümsük gibi köşeye sinmiş olan kuşlar hayalimizi çığlıklarıyla ağaçların dallarına işleyip duruyor işte.

Buğday tarlalarını severdim. Eskiden glütensiz idi tohumların özü şimdi glutenli, hastalıklı, sırnaşık, bağırsak florasına balon şişkinliğini dayatan absürt bir kavganın meyvesi gibi. Tanrı onu da kutsal kılmış mıydı bilmiyorum… Fark ettim de tanrının kutsal kıldığı ne varsa bozmaya yemin etmiş bedenlenmiş minik şeytancıklar gibi insan sürüsüne dönmüşüz şu dünyada.

Kaybetmişler korosunda sıkça söylenen bir şarkı var mıdır? “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” hatırlasanıza “Babil Kuleleri”ni kendine tehlike olarak gören tanrı inip kuleleri yerle bir ediyor. İnsanlar ona ulaşmak için gökyüzüne uzanan kuleler inşa etmeye başlıyor. Korkunun ecele faydası yok tabi cesarette delinin zoruna iş olmuş. Şimdi kazanmaktan dem vuran bir şeytanın açtığı yolu kendisine şiar edinmiş insan ile aynı yolda yürümeyi başarı sayan bir canlı bul desen aklına hangi hayvan gelir acaba? Düşündüm de insandan başka bir canlı yakışmıyor bu yola yarenlik yapmaya. Gariban hayvanlardan ne istiyorum ki…

İnsan kaybını kazancından daha çok sahiplenmeyi maharet sayan absürt bir varlık. Haliyle daha çok daha çok diye en birinci olmak için hırsından da deliye dönen bir garip hal içinde. Sevgiliye sevgiye dair de hit parçalar çalıyor evladı insan. Onda da temel derdi kazanmak. Sevgilinin gönlünü kazanmak, bedeninde kendini kaybetmek, onunla sırra kadem basmak ve ilişkisini nihayete erdirmek. Sevgiliye bile kayıp kazanç düzleminde yaklaşan bir bilincin bize mutlu bir gelecek sunacağına inanmak akıllıca bir hal mi? Değil gibi geldi birden…

Kazanmaktan ve kaybetmekten geldiğimiz yere bak. Üzerimize su dökseler arınmayız sadece sırılsıklam ıslanırız ve tozla kaplanırız. Yozlaşmış hikayelerimizi puantiyeli donlarımız ile açığa çıkartıyoruz ve sevgiliye serenat yapıyoruz. Aşk nağmeleri bile aldım verdim üzerine oluyor. Bam teline basıp duruyoruz ve si bemol ağlıyoruz kendimize.

Azıcık hürmet göstersek kendimize, bir yerlerimize kıran giriyor ya da iki yerimiz birden kalkıyor. İronik değil mi? Varoluşsal yok oluşlar yaşıyoruz. Kendimizi masal kahramanları gibi görmeyi bırakıp hakikatimizi ayna yapmaya başlarsak bu oyunu bitireceğiz gibime geliyor ama gelin görün ki içimizde insan olduğumuza dair kayıtlar olduğu müddetçe iş bilmez halden anlamaz salaklıklarımız inatla devam edecek gibi görünüyor. Ne yarını var ne de bugünü kaybolmuşluğumuzun. Haydi bir ejderhaya binip gidelim Kaf dağının ardına. Simurg’ları takalım peşimize ve kırk gün kırk gece hemhal eyleyelim kendi Zümrüdü Anka kuşumuzla. Yoksa iflah olmaz bir günahkar gibi ölüp gideceğiz şu alemden, toprak bile kabul etmeyecek kurtlanmış hikayelerimizi…

 

Murat Tali

Yazar

Exit mobile version