Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Şirketleşen evrende insan

Evrenin büyüklüğü karşısında insanın yeri, her zaman sorgulana gelmiş bir gerçekliktir. Kainatın sonsuzluğu içinde, Dünya, yalnızca bir nokta; insan ise o noktanın üzerinde yer alan milyonlarca yaşamdan biri. Ancak bu küçüklük, insanın hırsını ve çabasını sınırlamaktan çok, ona daha fazlasını isteme arzusunu aşılamıştır. Bu arzu, modern çağın getirdiği kurumsal dünyada, beklentilerin sonsuzlaşması ve hedeflerin sürekli büyümesiyle kendini daha net bir şekilde ortaya koyar. İnsan, bir yandan evrensel düzenin karmaşıklığıyla yüzleşirken, diğer yandan 09.00 ile 18.00 arasında sıkışmış bir benlik olarak, günlük hayatın çarklarında döner durur.

Kurumsal iş dünyası, bireyden verimlilik, bağlılık ve sürekli bir performans talep eder. Hedefler yükseldikçe, cirolar ve karlar odak haline gelir; insanın emeği, yalnızca bu amaçlar uğruna bir araç olarak görülür. Bu süreçte, beyaz ve mavi yakalı çalışanlar, kendilerini sürekli bir baskı altında bulurlar. İşlerin yetişmesi gereken süreler, bitmeyen toplantılar ve tükenmeyen beklentiler, bireyin ruh sağlığı üzerinde derin yaralar açar. Çalışanlar, bir yandan ekonomik kaygılarla kariyerlerini korumaya çalışırken, diğer yandan psikolojik dengelerini kaybeder. Bu noktada, psikoloji ve psikiyatri gibi alanların destekçileri haline gelirler. Ancak bu destek, genellikle bir çözüm değil, bir geçici rahatlama sağlar. Antidepresanlar ve sakinleştiriciler, bireyleri daha fazla çalışmaya hazır hale getirmek için kullanılırken, ilaç bağımlılığı bir başka bağımlılıkla, tüketim bağımlılığıyla el ele verir.

Şirketleşen düşünceler ve kar hırsıyla kirlenen dünya, bireysel ve toplumsal düzeyde telafisi zor bir yük yaratır. Kurumlar, insanları yalnızca birer kaynak olarak görmeye başladıklarında, bu bakış açısı bireylerin kendilerini algılama biçimlerini de değiştirir. Bir banka hesabında biriken maaşlar, sistemin çarkları içinde hemen harcanır; bu harcamalar, genellikle ihtiyaçlardan ziyade; tatmin arzusunun sonucudur. Reklamlar, tüketim kültürünü destekler ve bireyi sürekli bir şeylere sahip olmaya teşvik eder. Ancak bu sahip olma arzusu, genellikle daha fazla boşluk ve tatminsizlik yaratır. İnsan, sahip olduğu her şeyin ardından daha fazlasını istemeye programlanmış gibidir.

Tüm bu kaotik döngüde, bireyin aradığı şey denge olur. Ancak bu denge, kurumsal dünyanın dayattığı hedefler ve tüketim kültürünün getirdiği boşluk arasında sıkışıp kalır. İnsan, bir noktada kaçmak ister. Rekabetin yorgunluğu, kalabalık şehirlerin gürültüsü ve monotonlaşmış iş hayatı, bireyi uzaklaşmaya iter. Dibe vurma anı, genellikle bir aydınlanma anını beraberinde getirir. Bu noktada insanlar, yoga, meditasyon ve diğer kişisel gelişim yöntemlerine yönelir. Ruhlarını ve bedenlerini yeniden keşfetmek, hayatın anlamını sorgulamak ve huzura ulaşmak için bir yol ararlar. Ancak bu arayış da zaman zaman bir tüketim nesnesine dönüşür. Yoga stüdyoları, meditasyon uygulamaları ve kişisel gelişim kitapları, insanlara mutluluk vaat ederken, başka bir endüstrinin parçaları haline gelir.

Bireylerin içinde bulundukları bu döngü, sistemin kendisini yeniden üretmesi için sürekli beslenir. 09.00 ile 18.00 arasında sıkışmış benlikler, hayatlarını bir banka hesabında biriktirirken, bu birikimlerin sistem tarafından kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi kaçınılmazdır. İnsanlar, emeklerinin karşılığı olan parayı, çoğu zaman ihtiyaçları olmayan şeylere harcayarak tatmin arar. Bu tatmin arayışı, bireylerin içsel boşluklarını doldurmaz; aksine, bu boşlukları daha da derinleştirir. Böylece birey, sürekli bir çaba ve tüketim döngüsünün içinde kaybolur.

Ancak bu kaos içinde, bireylerin denge arayışı farklı yollarla kendini gösterir. Bazı insanlar, sistemin dışına çıkmayı tercih eder. Minimalist bir yaşam tarzı benimsemek, şehir hayatından uzaklaşmak veya doğaya dönmek, bu kaçış yollarından bazılarıdır. Diğerleri ise sistemi içeriden değiştirmeye çalışır. Kurumsal dünyada daha insancıl politikalar, esnek çalışma saatleri ve çalışanların mutluluğunu önceleyen yaklaşımlar, bu çabaların bir sonucudur. Ne var ki, bu çabalar genellikle sınırlı kalır ve köklü bir değişim yaratmakta zorlanır.

Modern çağın bu karmaşasında, bireylerin ve kurumların önünde iki yol vardır: Ya mevcut sistemi sorgulayıp alternatif bir düzen arayacaklar ya da sistemin dayattığı çarklarda dönmeye devam edecekler. İlk yolu seçenler için, bu süreç zorlu ama özgürleştiricidir. İkinci yolu seçenler ise, kısa vadeli rahatlıklar uğruna uzun vadeli bir tatminsizliği kabullenirler. Sonuçta, insanın aradığı şey, evrenin büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü anlamak ve bu küçüklük içinde anlamlı bir yaşam sürdürmektir.

Bu anlayışa ulaşmak, bireyin kendine dürüst olması ve kendi değerlerini sorgulamasıyla başlar. Kendini sistemin dayattığı beklentilerden kurtaran birey, gerçek mutluluğu ve dengeyi bulma yolunda önemli bir adım atmış olur. Ancak bu, sadece bireysel bir çaba değil, toplumsal bir dönüşüm gerektirir. Kurumsal dünyada, çalışanların mutluluğunu ve psikolojik sağlığını önemseyen bir kültür yaratmak, bu dönüşümün en önemli adımlarından biridir.

Denge, insanın hem kendisiyle hem de çevresiyle barışık bir yaşam sürmesi için olmazsa olmazdır. Bu dengeyi bulmak, bireyin kendi değerlerini yeniden keşfetmesi ve bu değerlere göre bir yaşam sürmesiyle mümkündür. Evrenin büyüklüğü karşısında bir “zerre” olduğunu kabul eden insan, bu küçüklük içinde huzuru bulabilir. Ancak bu huzur, sadece bireysel bir çabayla değil, toplumun ve kurumların da desteğiyle mümkün olabilir. İnsan, bu kaosun içinde dengeyi bulabilir mi? Belki de bu sorunun cevabı, sadece bireyin değil, tüm insanlığın arayışının bir parçasıdır.

 

Yazar

Exit mobile version