Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

İnsanın Yolculuğu III – Doğum – Ölümün Başlangıcı

İnsanın yolculuğunu anlatmaya devam ediyoruz. İlk iki yazımızda, anne ve baba ile rahim‘den bahsetmiştik. Şimdi sıra geldi insanın kendisine doğmasına.

Ölümden korkan insan, öleceğini bile bile bir çocuk dünyaya getirir mi?

Rahme düşen her tohum, bir can olup doğmaya mecburdur. Kainatın genişlemesinin, tozlardan yıldız çoğaltmanın kaderidir bu. Rahim, tohumunu çatlattığı, beslediği ve büyüttüğü ve can kattığı ruh üflediği bedeni dünyaya getirmek için kendini hazırladığında, bütün evren bu doğuma şahitlik yapar.

Kutsal görünen kişilere atfedilen her mucize, aslında her doğan canlıda kendisini sürekli tekrar edip duruyor. Görebilen için, doğumun kendisi dünyanın her yerinde bir başka mucizeyi tetikliyor. Biri doğarken güneş tutulabiliyor, bir başkası doğarken, ay tutulabiliyor, binlercesi tutulurken güneş doğabiliyor, milyonlarcası doğarken, yağmur yağabiliyor. Her doğum kendi mucizesi ve sihri ile var oluyor.

Kışın ayazından çıkan elma ağacının, baharda çiçeklenmesi ve çiçeklerin rüzgarlarda savrulması, kocakarı soğukları ile dökülmesi ve bu manzaraya bakan insanın, dökülen çiçeklere bakıp hayıflanması gerekir mi? Kadının rahmine dökülen tüm spermlerin yumurtalara erişip döllediğini ve ortaya milyonlarca çocuğun çıkacağını düşünmek nasıl bir düş olabilir. Doğa kendi bilgeliği ile ölmesi ve gitmesi gerekenleri gönderiyor zaten ve ağaç kendi bilgeliği ile salıveriyor o çiçekleri yaşama… Çiçeklerin güneş ile su ile gece ile gündüz ile olan sevişmelerinden çıkan elmaların ağırlığını taşıyabilecek dalları da toprak besleyip, bu büyük doğuma o da eşlik ediyor.

Doğum, insan aklının alamayacağı bilgeliği taşıyor içinde. Orada bütün evrenin kayıtları var ve bu döngü, gecenin ardından gündüzün gelmesi gibi, kendisini tekrar edip duruyor.  İnsan bu döngüyü müdahaleler ile mutasyona uğratsa bile -elma ağacından kiraz çıkartmak gibi- dünya, insanın ulaşamadığı yerlerde kendi planını uygulamaya devam ediyor.

Ve tüm doğumlar; öleceğini bilerek gerçekleşiyor. Ve her yeni doğanın kaydında ölümün bilgisi mevcut.

Anne karnında dokuz ayda ömrünü tamamlayan çocuk, beslendiği rahimden ölerek dünyaya doğmayı seçiyor. Bu vesile ile bir yerde ölerek, diğer yerde doğmayı deneyimliyor. Tıpkı spermin kendisini yumurtada öldürerek cenin haline gelmesi gibi o da kendi yolculuğunu tamamlayarak, kendi doğumuna eşlik ediyor.

Kainatın kayıtlarında yer alan ve zamansızlık kavramına doluşan ruh yığınları kendi doğumlarını gerçekleştirmek için, an içinde doğacakları bedenleri bekliyorlar.

Okyanus, damlanın kendine doğmak istemesi üzerine okyanus olmuştu, damla büyümek istemeseydi eğer, ne nehirler çağlardı ne de denizler çoğalır, okyanus olurdu.  Tüm doğumlar kendi içinde ikilikleri barındırır, sancıyı ve mutluluğu, doğumu ve ölümü, bitişi ve başlangıcı, ayrılığı ve kavuşmayı, ikiliği ve birliği, sevinci ve gözyaşını…

Ruhun makberi olan bedenin bilgeliğini yazıyor doğum. Hasadın hem doğumlar hem de ölümler yarattığı anları dile getirmeye başlar kelimeler. Anne rahminden ölüp, dünyaya doğan çocuğun çığlıklarını tasvir ediyor, toprağa düşen tohum. Buğdayın; hasat zamanı, tırpan ile köklerinden ayrışması gibi, göbek bağı kesilip, yeni bir ben yolculuğuna çıkan insanın gözlerindeki umudu, beklentiyi, sevgiyi, muhtaçlığı ve büyümeyi dile getiren heceler çoğaltıyor doğum.

Hoş gelir insan, hoş gelir çocuk… Her doğum çığlık çığlığa gelir, önce annenin çığlığı gömülür rahmin duvarlarından penceresiz mekanlara, sonra çocuğun çığlığı eşlik eder. Annenin bedeninde büyütüp sonra taşımaktan vazgeçtiği ve kendisinden öldürüp yaşama doğurduğu çocuğun çığlığıdır ağlamak. Şayet ağlamaz ise ilk tokatını yer hayattan ve gözyaşları ile sulandırır, gelmekte kararsız olduğu dünyayı…

Yolculuk başlamıştır ve yaşama tutunmanın ilk şartının ağlamak olduğunu düşünür Çocuk…

Bir sonraki yazı : İnsanın Yolculuğu IV – Ağlamak

Exit mobile version