İnsan doğmaya karar verdiğinde, yaratılışın sırrını kendine aracı kılmıştır.
Adem ve Havva ile başladığına inandığımız insanın doğum yolculuğu, bir kovulma, cezalandırma ve günahı barındırır içinde. Şeytanın mutlak iradeye isyanı ve kendi tezahüründeki gerçekliği savunmasının nihai sonucu olarak cennete alınan Adem’in ve Havva’nın, hayat ağacından elmayı koparması ile bütün insanlığın doğumu başlamıştır.
Cennetin, insanı kovmak için bahanesi idi Adem ve Havva’nın elmayı yemesi…
Yaratılışa atfedilen bütün kutsal metinlerde anlatılan Adem ve Havva’nın anne ve baba oluşu, elmadaki tohumun hikmetinden geliyor. Hayat ağacındaki meyve Habil-Lebuda ve Kabil-Aklima olarak çıkıyor karşımıza. Ve Kabil’in Habil’i öldürmesi ile de bütün doğumlar kendi içinde ölümü barındırmaya başlıyor.
Yaratılışın bu miti bütün dini kitaplarda birbirlerine benzer özellikler taşıyor ve Kabil’in Habil ile doğan Lebuda ile değil de kendisi ile doğan Aklima ile evlenmek istemesi sonrasında sunulan adağının kabul görmemesi ile ilk cinayette işleniyor. Anne ve baba olmanın, eş olmanın, aşk olmanın bütün yansımalarını taşıyan insanın bu başlangıç hikayesi tüm tarihlere ve bize nasıl yansıyor.
Cennetten kovulan insanoğluna, yersiz yurtsuz kalmasın diye kendi bağrından çıkan milyonlarca hayat bahşetti, Dünya… Ona, Dünya Ana denmesi bu yüzdendir.
Bizim cehennem diye tanımladığımız şey aslında cennetten kovulduktan sonra geldiğimiz yer olan dünya gibi görünüyor. Ve anne babaların en büyük sınavı da cehenneme her an yeni bir çocuk doğurması ile başlıyor. Kendi yaşamlarının en büyük sancılarının, en büyük kayıplarının, en büyük haz kaçkını yaşanmışlıklarının ve çektikleri acıların intikamını alır gibi doğurmaya devam ediyorlar üstelik.
Anne ve baba olmak, öğrenilmiş bilgiler, çaresizlikler ve yaşam yoksunu hallerden sıyrılmak için kendisinden sonra gelene devredilmeye çalışılan ben yaşamadım sen yaşa, ben görmedim sen gör, ben gidemedim sen git düşünceleri arasında, hayattan kopuk tamamen ben merkezli deneyimlerin sonraki kuşaklara deneyim diye aktarılması ile anlamlı olmakta gibi görünüyor. Halbuki anne ve baba olmak, bütün bunlardan çok daha öteye gitmeli. Doğurmak, sütünü ve hakkını helal etmekle, ondan geleceğini garantiye almayı beklemekle, inandığı yarınlara bir kişilik yetiştirmeyi düşünmekle tam amacına ulaşmıyor.
Kaderin tekrar tekrar tanımlara uğradığı, sıralı ölümlerin dilendiği bir cehenneme çocuk doğurup sonrasında da onları kendine benzetmeye çalışmak, annelik ve babalık olarak nitelendiriliyor ne yazık ki.
Düşünsenize, Afrika’da kıtlığın zamandan can kopardığı coğrafyalarda, akbabalara yem olması için çocuk doğurmak ile savaşlarda patlayan bombalar altında düşen her bedene nispet eder gibi can çoğaltmak dünyaya, anne babanın uyduğu şeytanın günahı mıdır? Yoksa, elmayı yedi diye; hazzı, zevki, sefayı, cinselliği, bilgiyi keşfeden, bu yüzden yapraklar ile örtünen Adem ile Havva’yı cezalandıran Tanrı’nın ahı mıdır?
Sevabı için çocuk doğuran bir anne ve babanın kendi yaşadığı günahların ve ömrüne kazıdığı cehennem korkusunun, alın yazısına kazıdığı çocuğun, ömrü boyunca çekeceği acıların hesabını tutacak melekleri de tanrı doğuruyor… Hangi çocuk günahkar doğar ki onu affedecek ve masumiyetini ispatlayacak kitaplar yazılır ve elçiler gönderilir dünyaya.
Evet, anne ve baba olmak sadece bütün insanların değil, dünya üzerindeki bütün canlıların sınavıdır. Sınavı diyorum çünkü, güçlü olanın zayıf olanı yediği bir cehennemde, milyonlarca hayvanının çocuğu daha güçlü olan bir başka hayvan tarafından yenilmekte ve anneler bütün bu olanları sadece izlemektedir. Her kayıp sonrasında da üreme dönemlerinde tekrar tekrar çocuk dünyaya getirmeye devam etmektedir. Kendi celladına aşık olan ruhun tekamül yolcuğunda kayıplara değil de kazanacaklarına odaklandığı, gidenlerin ise işlendiği düşünülen günahlara verilen kurbanlar olduğunun en basit yanılsamasıdır bu.
Soy üremeli, can çoğalmalı ve çocuk doğmalı artık…
İnsanın yolculuğu seri olarak yayınlanacak bir yazı dizisidir, bir sonraki bölüm; RAHİM