Yaşam içindeki gerçeklikte yaşadığımız olaylar ve deneyimlerin; birliğin yaşandığı boyutun bakış açısından bakıldığı zaman, bizim; yani insan olmayı deneyimlemek için dünya sahnesine gelen varlıkların, en iyi potansiyellerine ulaşmaları için olduğunu biliriz.
İşin özü olmak’tır.
Bir durumun, olayın hakk’a uygun olup, olmaması konusunda bir Can yoldaşımla yaptığım sohbet, beni çok derinlere götürdü ve tasavvur etmeme vesile oldu. İçimdeki sorular çoğaldıkça çoğaldı.
Bir şeyin hakk’a uygun olması ya da olmaması ne demekti?
Uygunluk ne idi?
Ve en önemlisi neye, kime ya da hangi bilince göre idi?
Derken… Aslında bir şeyleri ne çok ikiye böldüğümüzü, ayırdığımızı fark ettim. Hep sanki iki seçenek vardı ve o iki seçenekten biri doğru kabul edilebilir olmalıydı diye bildik. Bize öyle öğretildi. Tüm evrenin yaratılışının kaynağı olan “sevgi” kavramını da böyle öğrendik.
“Anneni mi, babanı mı seviyorsun?”
Diye sorulurken, biz iki taraftan birini tercih etme zorunluluğuna götürüldüğümüzü çok sonradan fark ettik ya da hala farkında değiliz. Hiçbir zaman üçüncü bir alternatifin varlığından haberdar olmadık. Hep taraf tutmalıydık.
Babam Fenerbahçeli diye, yıllarca ne olduğunu bile bilmediğim ilgilenmediğim halde sorana Fenerbahçeliyim diyordum. İyiler ve kötüler vardı…yanlışlar ve doğrular…ve sonrası rakip sevgililer, arkadaşlıklar, kardeşlikler. Hep bir yarış…Ve derin suçluluk duyguları yükledik kendimize…Tabi ki insan olma yolunda doğal bir evrilme süreciydi tüm yaşananlar. Ne olduğumuzu, ne için yaşadığımızı, zanlarımızı, potansiyelimizi bilmediğimiz zamanlarda, dualite bizim için daha konforlu bir alandı. Çünkü netlikler vardı. Kararlar vardı. İçgüdüsel olarak hayatta kalma çabası ve korkusu bizi bilindik şeylere esir etmişti. Öyle bir esaret ki, hem annemi hem de babamı sevebileceğim fikrine bir sis yerleştirilmişti sanki bir tercih sorusu ile… Yaradılışım, özüm bunu biliyor olsa da, yaşamı yeni deneyimlemeye doğan bir varlık için fark edilmesi zor bir hal idi. Ve bu hal, kişilerde durumlarda eksikler, suçlar, yanlışlar aramaya bulmaya yönlendirdi insanı. Ve işte dualiteyi dibine kadar yaşayıp öğrendiğin ama henüz çemberin dışından bakamadığın için idrak edemediğin bir döngüye girdik. Ve tüm bunlar seni büyüten eviren en güzel deneyimler idi aynı zamanda. Bu da çemberin dışına çıkınca algılayabileceğin bir güzellikti ki bin Bir şükürlere varan…
Döngü, bir alternatifin olabileceği farkındalığından uzaklaşılan bir çırpınma idi.
Hayat bir akarsu misali akar hep akar. Durur gibi görünüşünde bile bir akış vardır. Hiçbir yere, hiçbir şeye tutunmadan akıp giderse, adı sonsuzluk olan nihayete yol alır. Hayatın özü bu iken, biz deneyim okulunda tutunmalarımızdan habersiz tutunmalarımızda yaşamı harcarız.
Dualite alanından çıkabilmek gibi bir idrake sahip olduğumuzda, birlik dediğimiz başka bir bilinç evresine geçiyoruz. Her şey aynı yerde, tek bir zamanda vuku buluyor. Her varlığın idrakince açılacak kapılardan girmesini sağlayan bu deneyimler zincirinin içinde yol alıyoruz.
Birlik bilincinde, an’da sağlanan idrakler ile olan her ne ise, sadece oluyor. Artık döngülerin dışındaki bir deneyimler kervanına doğru yaşam sürecimiz devam ediyor. Burada her şey sadece deneyim. Dualitedeki ikiliklerden uzak bir bilinç ve anlayış var. Dualitik alanda başkasında ya da kendimizde yargıladığımız, ayıpladığımız, öfkelendiğimiz haller sadece birer mihenk taşı, bir vesile, bir sebep olmaktan ibaret oluyor. Olduğunu sandığımız tüm her şeyden çıkıp, artık gerçekten İNSAN olma farkındalığında hakikate varabilmek için tüm roller, olaylar bir gizemli sahne gibi açılıyor önümüzde. Kişinin hangi idrake, öğrenmeye, deneyime ihtiyacı varsa o senaryo içinde rolünü alıyor. Bazen oyuncu, bazen senarist, bazen yönetmen oluyor. İdraki daha yüksek bir bilinç ise, olanların niteliği ne olursa olsun, neye evrildiğini ve bu deneyimin ne için yaşandığını izleyici koltuğundan izliyor.
Başkaları ile, yani yansımalarımızla ilgili anlamamız gereken idrakleri sağlamak için, yolumuza döşenmiş mihenk taşları, yaratanın bize sunduğu en değerli nimetler…ki o mihenk taşlarının bizi götüreceği yer yine kendimizden başka bir yer değil…
Mihenk taşının bir zihni yok. Sadece bizim için gerekli olan bir ayrıştırmayı yapmamızı sağlıyor. Ve bu her zaman bir çözülmeye, tamamlanmaya yol alıyor.
Dualiteden birliğe geçiş konusu ile tekrar, bir durumun hakka uygun olup olmaması konusuna dönersek, şöyle bir soru geliyor aklımıza…
Hak, neden uygun olmadığını düşündüğümüz şeylerin olmasına izin veriyor?
Doğal felaketler, hastalıklar, insanların yaşadığı yaşattığı gafletler, benlikler, haksızlıklar, ahlaksızlıklar vs…
Hak, olayın niteliği ne olursa olsun bizim için gerekli olan deneyimi bir mihenk taşı gibi yolumuza koyar. Bazen deneyimin içinde yer alarak, bazen de izleyici olarak birçok idrak yaşarız.
Yol budur…
Aksi halde dualite çıkmazındaki döngüde başkalarını suçlar, olayları kendimizin dışında görürüz. Halbuki en büyük gafletimiz kendimizden kendimizedir.
İçeridekiler görülmesin diye kapattığımız perdeler, yine kendimizden kendimize kapanışlardır.
Dışarıda kimse yoktu ki, senden başka…