İhtiyacım olandan fazlasını arzulamak, “beni” açgözlülüğe sevk eder. Açgözlülük, “beni” doyumsuz yapar.
Doyumsuzluk, “beni” oburlaştırır. Oburluk, “beni” ağırlaştırır. Ağırlık, “beni” şişirir. Şişkinlik, “beni” hantallaştırır. Hantallık, “beni” durağanlaştırır. Durağanlaşan “ben”, akışkanlığın içinde bir yer bulamaz olur. Yersiz olan “ben”, ölümü arzular. Yaşam her arzuya kucak açar. Ölümü çağıran “ben”, ölür. Her “ben” ölümü tadacaktır.
İhtiyacı olandan fazlasını, bir ihtiyaç sahibine vermek veya gönüllü olarak paylaşmak, insanın yükünü alır. (Bana sorarsanız “zekat” aslında budur.) İnsan yüklerinden arındıkça hafifler, form tutar (özünün biçimine döner) ve hareketlilik kazanır. Akışkanlık, insanı yaşamın içinde ve var hissettirir, onun parçası ve ortağı yapar.
Yaşama katılan insan, koşullardan bağımsız olarak varoluşsal doyumu hisseder. Var olmanın doyumunu hisseden insan, “daha” fazlasını arzulamaz. Var olmanın ötesinde gözü olmayan insan, ölümü de aşar.
Var olmak, bir ihtiyaç değildir, bir armağandır. Kimden kime mi?
Kendiliğimden ve kendime.