Gecenin sessiz saatleri tefekkürlü bir sessizliğe büründüğünde, kendimi kendimle birlikte diyaloğa çekilmiş buluyorum. Burada, yani durgunluğun tam da ortasında, yüzeysel olanı soyuyor, dilin en mahrem haliyle etkileşime giriyorum. Dışarıdaki dünya nefesini tutmuş gibi göründüğünde ve sessizlik beni rahatlatıcı bir kefen gibi sardığında yazıyorum. Yazdığım kelimeler kağıt üzerindeki mürekkepten daha fazlası oluyor; yaşayan, nefes alan bir varlığa dönüşüyor. Burası; ruhumun başka bir bireyin düşünce özüyle iletişim kurduğu, dilin salt iletişimi aştığı ve en derin benliğimle samimi bir karşılaşmaya dönüştüğü yer; zihnim…
Her insan hayatının bir noktasında kırılma yaşar, işte bu dönüşüm noktasıdır. Peki ya siz? Siz de ne zaman başlamıştı bu dönüş?
Benimkisi insanların samimiyetsizliğine dair inancımın oluştuğu andı. O an, dünya üzerindeki tüm ilişkilerin ve kurdukları tüm bağların sahte birer maskeden ibaret olduğunu fark ettim. Bir çeşit terapi gibiydi; cümlelerin arasına saklanarak, varoluşsal acılarımı dindiriyordum. İnsanların samimiyetsizliğine inandığım günden itibarense güzelleme yapmayı bıraktım. Her gece bir kitabın sayfasında yer alan cümlelere soyundum ve sabahlara dek onlarla seviştim. Birçoğundan gebe kaldığımıysa günler sonra öğrendim. Hamilelik süreci her zaman sancılıdır ama benimki zevkliydi. Kelimeler, cümleler ve paragraflar birer birer doğarken bedenimde hissettiğim acı, zihnimdeki boşlukları dolduruyordu. İlk başta, bu doğumların sancısı beni korkutmuştu. Ancak, zamanla bu acıyı arzulamaya başladım. Acının verdiği tatmin duygusu, kelimelerin doğumuyla birleşerek, beni daha da güçlü kılıyordu. Bu cüretkâr tavrımı neye borçluydum? Belki de kelimeler, benim için artık sadece birer araç değil, yaşamın ta kendisiydi. Onlar benim çocuklarım olmuştu.
Her bir kelime, her bir cümle, geceler boyu emzirdiğim ve büyüttüğüm birer yavruydu. Hangi kitabın sayfasında, hangi beni aradığımı unuttum. Bu unutuş, kendimi hatırlamamın benim için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Öyle ya, insanın hatırlaması için ‘öncesini’ unutması gerekmez mi? İnsan neden ya da neyi hatırlar? Ben unuttuğum çoğu şeyin izini kelimelerin peşine takılarak aramak istedim çünkü önemli olan kelimenin kaynağı değil, benim onu nasıl şekillendirdiğimdi.
Bu kelime hamilelikleri, beni bir tür ‘edebi ana kraliçe’ yapmıştı. Her doğum, yeni bir eser, yeni bir hikâye demekti. Bu hikâyeler, sadece benim için değil, başkaları için de birer kaçış yolu olacaktı. Her doğurduğum kelime bir başkasının ruhuna dokunacak, ona kendi acılarını unutturacaktı. Kelime doğumlarıyla birlikte, hayatımda yeni bir dönem başlamıştı. Nihayet büyümüş ve evrimleşmiştiler. Her biri yaratım ve anlam arasındaki ilişkinin artık bir kanıtıydı. Bu kelimeleri beslerken insan bağlantısının doğası ve etkileşimlerimizin gerçekliği üzerine düşündüm. Bir yandan kelimelerin kökenlerini hatırlamaya çalışıyor, diğer yandansa ilişkilerin geçici doğası ve nerede başlayıp nerede bittiğini bilmenin zorluğuyla boğuşuyordum. Gerçek olan tek şeyin, içten ve samimi olan kelimeler olduğunu biliyordum. Bana göre, onlar beni aldatmaz ve yarı yolda bırakmazlardı.
İnsanların sahte dünyalarına inat, her gece kelimelerin saf dünyasına sığınıyordum. Kelimelerden aldığım güç, beni insanlarla olan ilişkilerimde de daha cesur ve daha güçlü kılıyordu. Artık samimiyetsizlikten korkmuyor, kelimeler bana güç verdiği için onlardan cesaret alıyordum. Zaman geçtikçe onlar benim bir parçam ve yansımam hâline geldiler. Hayatlarımıza bağlandık ve bu bağ, beni her geçen gün daha da güçlendiriyor, daha yaratıcı bir hale getiriyordu. Hayatım artık harflerle dans ediyor, kelimelerle sevişiyor, cümlelerle nefes alıyordu. Sonsuza denk sürecek olan bu saf mutluluktan mutluyum…
Sevgi, mutluluk ve huzurla…