“Gerçek hayatımızda da kurguya benzer şeyler başımıza gelebilir demek istiyorum. Ve şayet kurgu gerçeğe dönüşürse, belki de o zaman gerçeğin ne olduğunu yeniden düşünmemiz gerekir.”
Arketipler sembollerle, kişiselleştirmelerle anlatım bulurlar ya da bilince mitler, rüyalar, sanat, dini törenler ve semptomlar yoluyla gelirler.
Kişisel arketip ile toplumsal olanı ayrı tutmak gerekir. Kişinin kendine özgü arketipleri gölgenin etkisinde gerçekleşirken, toplumsal olanında persona söz konusudur. Kişisel olanı kurguya, toplumsal olanı gerçekliğe dayanır.
Jung’un, “Persona” olarak adlandırdığı kavram, toplumun, geleneklerin ve kişinin içsel arketip gereksinimlerine, beklentilerine yanıt olarak bireyin takındığı maskedir. Genellikle toplum tarafından verilen rollerdir. Maske kullanmanın amacı diğer insanlar üzerinde belli bir etki bırakmak ve gerçek kişilik özelliklerini saklamaktır. Gerçeklik algısı bu noktada bozulmakta ve persona, Hegel’in deyimi ile akılsal olarak kabul edilmektedir. Persona, kurgusal düzlemde yine Jung’un “gölge” kavramıyla dengelenmelidir. Gölge, insanda potansiyel olarak var olan, toplumsal olmayan duygu, düşünce ve davranışlardır. Gölge arketipi insana, evriminin ilk başlarından miras kalan hayvansal içgüdülerden oluşur. İnsandaki günah kavramından sorumludur. Dış dünyaya yansıtıldığında şeytani, düşmanca, saldırgan davranışlar ortaya çıkar. Genellikle toplumun onaylamadığı duygu, düşünce ve eylemlerin bilinç düzeyine çıkmasındaki etkendir.
Paul Auster,
“Gerçek hayatımızda da kurguya benzer şeyler başımıza gelebilir demek istiyorum. Ve şayet kurgu gerçeğe dönüşürse, belki de o zaman gerçeğin ne olduğunu yeniden düşünmemiz gerekir,”
derken, kişisel olan kurgunun, toplumsal olan gerçekliğin yerine mi geçebileceğini söylemektedir? Arketiplerin oluşturduğu kavramların ayrışması neden olabilir mi kurgulanan şeylerin gerçeğin yerini almasına? Scalfari, anlatısal kurguyu gerçekle karıştıran insanlar olduğu konusunda hemfikir olmakla beraber, anlatısal kurgunun gerçekten daha gerçekçi olabileceğini, özdeştirmelere, tarihi olguların algılanma biçimine ilham vereceğini, yeni gerçeklik modelleri yaratabileceğini, varsayar. Bu yeni gerçeklik modeli personanın gölge ile dengesinin bozulmasından mı kaynaklanacaktır?
Hegel, “Gerçek akılsal olandır,” derken, aklın, salt somut ve nesneli, “gerçek” olarak algılayacağını söylemektedir. Platon, “duyumların bize asla bilgi veremeyecekleri” sonucuna varır.
“Bilgilerimiz, duyusal değil, kavramsal ve bundan ötürü de akılsaldır. Zihnimizin ürünüdürler.”
Bu teorilere göre biz, herhangi bir nesne üstünde, o nesneyi dile getirmek için kullandığımız kavramlardan başka hiçbir şey bilmiyoruz sonucu çıkmaktadır. Her sözcük bir kavramdır. Bunların dışında bildiğimiz bir şey yoktur. “Bilmediğimiz bir şeyin var olduğunu söylemekse saçmadır. Bildiğimiz ve bundan ötürü de var olan sadece kavramlardır.” Platon ve Hegel’in gerçeklik kavramı, Jung’un, “persona-gölge” dengesine dayanıyor o zaman. Bu dengenin bozulup, yalın gerçeğin peşine düşmek için yazılı metinlerin estetik dünyasının kapısını açmak gerekir mi?
“Her sabah, uyandığında, beklediği şeyin o gün geleceğini umuyordu. Gelmeyişine de şaşmıyordu. Sonra, güneş batarken üzülüyor, ertesi günü iple çekiyordu.”
Madame Bovary’nin gerçekleşmesini beklediği ama bir türlü gerçekleşmeyen şey nedir? Her günün sonunda güneş yeniden batmakta ve Emma Bovary gerçekleşmesini arzuladığı kurgunun sınırlarını tekrar tekrar genişletmektedir. Kurgusunun eksik taraflarını sınamakta, onları tamamlamaktadır. Kitabın sonsuza dek yaşayacağı kehaneti, Emma’nın kendine özgü kurgu gücünden kaynaklanmaktadır. Merak etmemiz gereken ise bu kurgu gücünün yeni gerçeklikler yaratıp yaratmayacağıdır.
Auster’in, “kurgu gerçeğe dönüşürse” önermesine Umberto Eco, “Budalalıktan Deliliğe” isimli kitabındaki “Safça İnanma ve Özdeşleştirme” denemesinde, “Gerçek ile kurguyu” ayırt edemeyen okura ne olduğunu sorar.
Bu okurların durumunun estetik bir geçerliliği bulunmamaktadır, çünkü hikayeyi ciddiye almakla o kadar meşgullerdir ki, iyi ya da kötü, nasıl anlatıldığını sorgulamazlar bile; sadece ve sadece, kurgusal bir açık olma durumunun içindedirler.
Umberto Eco, metnin estetiği görülmediği sürece ne kurgunun, ne de gerçeğin yeni bir model oluşturabileceğini mi söylemektedir?
Metin yazarı, anlattıklarının ne kadarının doğru olduğunu söylemek yerine, doğruymuş gibi yapmayı tercih ederken, okurdan da doğruymuş gibi okumasını istemektedir.
Metinlerin sonsuz sayıdaki okurunun her biri sonsuz sayıda alternatif dünyaların parçası olduğundan, okuduklarını da sonsuz sayıda yorumlayacaklardır. Her bir okurun, kendi entelektüel dünyasına göre yaptığı yorum tek bir metnin farklı ve sonsuz sayıda çoğalması demektir. Çoğul yorumlardan oluşan çoğul metinler de kendi içinde yeni gerçeklik modelleri oluşturabilmektedir. Gerçeklik, sonuçların terimleriyle değil, araçların terimleriyle ifade edilmekte; bu da, gerçekliğin sunumunda ortak bir düzlem yaratmaktadır.
Yeni Çağ: Bayram SARI