Kendimizden hoşnutsuz olduğumuz zamanlar, mesela baklavayı doya doya götürdüğümüzü unutup bir anda daha fit bir vücudum olsa dediğimiz ya da elimizden bir şey gelmese de değiştiremediğimiz. Daha uzun boy, daha dolgun göğüsler, sarışın düz ya da kıvırcık siyah saçlar olsa dediğimiz. Aynada kendimizi görüp neden böyle oldu diye hoşnutsuzluk duyduğumuz. Kabul edemediğimiz her halimiz. Annemiz ve babamız. Bize kalıtsal olarak ya da sadece kendi varoluş öykülerinden aksettirdikleriyle bizim biz olmamıza neden olmuş olanlar. “Bu özelliğim böyle güzel değil, keşke annem ya da babam o konuda farklı olsalarmış da o zaman belki kendimle daha barışık olurdum” sanrısı. Zihnimizde, hücrelerimizde, ruhumuzda taşıdığımız kaloriler yüzünden bir anda değişemeyeceğimizi düşündüğümüzden ‘ah keşke’ kandırmacası. Oysaki değişim ve gelişim bir tercih kadar yakınımızdayken.
Tabi değişim Alaaddin’in lambasındaki cinin hızında işleyemiyor. Çünkü bu hız, samimiyetle kabullenebilme yetimiz ve gayretimizle bağlantılı bir sürece yaslanır. İnsanın tüm yaratımları zaman makinesi marifetiyle gerçekleşir. Zamanın olmadığı yer zihnimizin içidir yaşam ise zamanı işaret eder. ‘Zamanın ötesi’ içimizde durur öylece ve ancak yaşamın mayasıyla buluştuğunda ete kemiğe bürünür. Zamanın ötesi durgundur, ölüm gibidir. Biz orayı varettiğimiz oranda zamana karışır. Artık büyükdedemizin kemikleri toprağa karışsa da burnu, saçı, acıları, sevinçleri kendi hikâyesinin sonuna dek taşıdığı yaşamı, toprağa olduğu gibi bize de karışmıştır. Oradaki varlığını görüp samimiyetle kabullenmek “zaman”a ve “yaşam”a karşı daha sorumlu davranmamızı sağlayabilir. Bu da değişim sürecinin bize daha bonkör davranmasını kolaylaştırabilir. Zamanın ötesi zamana, ölüm yaşama hizmet eder ancak bu ikisinin de nüvesini içimizde barındırıyor olmamız tamamen bir karmaşa gibi gözüküyor süreğen hikâyemizde.
Ebeveynimizin şekeri vardı, boyu kısaydı, kalın kemikliydi, bize yaşamda lazım geldiğini sandığımız bazı şeyleri eksikti varsayalım. Bir nevi yetersiz gelmişlerdi, belki biz çok ufakken ölüp yaşamın tüm ağırlığını bize bırakmak gibi bir eksiklik duygusuyla yaşama bizi uğurladılar. İster yaşamda ister ölümde eksiklikleriyle bize taşıdıkları yaşam zamanın içinden nasıl geçecek? Aynaya baktığımızda olgunluğumuzu test edebileceğimiz yer tam da burası. Biz aynada kendimizi görürken oradaki imgelere ne anlam yüklüyor olduğumuz. Büyük nenemizin kemiklerine benzer kemik taşırken kendi kemiklerimizi reddetmek yaşamımıza ne denli hizmet eder? Diyelim ki ana babamızı, dedemizi tam bizim istediğimiz gibi yetiştirememişler, kendileri de tam bizim istediğimiz gibi olamamışlar. O vakit eşyayı tabiatına uygun kullanmamız gerekir. Tüm bu ölü hücreler, nöronlar, az titreşmiş genler, taşımakta kararlı olduğumuz yükler, üzüntüler zamanın ötesinde mevcuttur ama durağandır. Bunları zamanın perdesine nasıl taşımayı uygun buluyoruz? Bir tercih mesafesinde derken işte o basitçe aynaya bakıp yahut ebeveynimizi düşünüp ‘ah keşke’ dediğimiz anı kastediyorum. Bu kelimeleri ardarada getirerek hizmet sunmak istediğim bakış açısı da o yegâne anda kendimizde üretebileceğimiz farkındalıkla ilgili. Samimiyetle kabullenme yetimiz ve zamana karşı gayretimiz. İşte bizi tüm yüklerimizden arındıracak, yaşam kalitemizi bir birim olsun ilerletebilecek değişim, gelişim, dönüşüm ve zorlansak dahi tercih edeceğimiz cenneti ayaklarımıza taşıyacak olan yaşam hikâyemiz… Kahramanın kararlı duruşu ve ölü zamandan canlı zamana doğru yürüyüşü…