Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Kendin için bir şey isteyebiliyor musun?

Yıldızı parlak, yıldızı tutmak, yıldızı barışık vb. Bu hayatta şans yıldızı ile barışık olmayan bir halin içinde yolculuk yapıyorum. Yaş 50 ortada Ben’den başka bir şey yok. Bütün hikaye “kendin için bir şey istememek” ile bağlantılı ise birşey diyemeyeceğim ama içeride bir yerlerde masumluğunu koruyan fakat başka bir hayat yaşamak isteyen bir ben vardır mutlaka. Bu içimdeki hangi ben ise ondaki yıldızlar benimle değil başka bir şey ile bağlantılı gibi görünüyor.

Yıldız tozu, yıldız ışığı, yıldız parlaklığı her ne ise benimle pek ilintili değil. Ağacın kendi başına toprak, su ve güneş ile büyümesine bakıyorum da kendi büyümemiş yolculuğumda sanki güneşi eksik bırakmışım. Evin içinde dolaşmayı unutan bir çocuk var ve sanki içeride ondan başka kimse yok. Acaba şehrin ışıkları gecede yıldızları eksik bıraktığı için olabilir mi?

Hayat içinde ikircikli yolculuk yapan yıldızlar kadar şans alacaklıyım kendimden. Varoluşumun şu anki halini kırk yıl öncesine çarpıp ve aradan zamanı kaldırıp şanslıyım diyebiliyorum. Nerden çıktı şimdi bu şans mevzusu diye düşündüm, sanırım son dönemde yaşadığım bir sürü olay sebep oldu buna. Şimdiki sorum; “Eğer her şey enerji ise ve şans denen olgu da bu enerji çeşidi içinde bir tür ise onu hangi koşullarda açığa çıkartabilir ve kendime yol haritası yapabilirim?”… İşte bu açığa çıkarma konusunda çok cahilim diyebilirim.

Bahtı açık olmak vardı şanslı olmanın daha geniş yüreklisi gibi geliyordu bana. Baht, bir yandan şans ve talih demekmiş ama asıl bomba olan tanımı ise “Gelecek olayları kaçınılmaz olarak saptayan Tanrısal gücün insan için önceden çizdiğine inanılan yörünge şeklinde. Benim baht’ıma bu garip yolculuğu çizenin ben olduğunu düşünmek istiyorum yine de. Şayet bu tanımdaki gibi olsaydı tüm yaratılış, adaletten ve adil olandan söz etmek mümkün olmaz, öyle değil mi? Gerçi dünyaya baktığımda da sanki doğru gibi duruyor bu tanım…

Bugün kendimle bir konuşma yaptım, “Ne istiyorsun?” diye sordum “Ne mi istiyorum?” “Ne isteyebilirim ki?” O kadar hiçbir şey istemeden büyütmüşüm ki kendimi açıkçası ne istediğime dair bir fikrim olmadığını fark ettim. Daha derine ineyim dedim, kendime layık görmediğim şeyler mi var? Yoksa onların varlığı ile yokluğu bende değer duygusunu hiçbir şekilde tetiklemiyor mu? Bir pantolon ve tişört ile çıplaklığımı örtüyorsam onun bir markaya ait olması beni kimin gözünde farklı kılıyor? Şansın bu markalarla işi var mı acep? Markalar mı şans getiriyor? Dünya “ye kürküm ye dünyası” çünkü ve ne kadar asil görünürsen o kadar çok kapı açılıyor karşında… Lüks bir arabadan inen ve kallavi marka kıyafet giyen bir adam restorana girmek üzereyken kapıdakilerin tavrı ile sıradan bir insan olarak senin girişin arasındaki farkın şans ile mi gösteriş ile mi ilgisi var? Yahu bu şans işi ilginç, kendin için bir şey istemek şansı doğuruyorsa ne ala. Ama şanslı olduğumun göstergesi olarak kendi varlığımın çıplaklığını görmek, biraz ahmaklık olarak kalıyor insan çocuğunun dünyasında. Sanki biraz ben’ci olup başkalarına bencil görünmek gerekiyor. Kendini doğurmaya başladığında ve insanların gözüne kendi varlığını soktuğunda “şanslı insan çocuğu” haline geliyorsun.

Geliyorsun gelmesine de benim şans kavramım da istemek kavramımla eşleşmiyor zihnimde. Zaman zaman içeriye dönüp yokluyorum “Oğlum bir şey iste alayım sana” diyorum, tık yok heriften. Parasını ben vereceğim, “Emeğinin ak sütü gibi helal al işte” diyorum. Yok anam olmuyor. Nereye soksam bir şey bulup alsın diye “ıııhhh” diyerek çıkıyor. Bakıyorum, aç değil, çıplak değil, örtüsünün altında öylece duruyor kendi halinde, zihnimin şanslı velet ve bahtı açık insan çocuğu kavramlarıyla da pek ilgisi yok. Yani “ben bir şey istemiyorum ama sana lazımsa alayım” modunda duruyor orada öylece. Ahmaklık mı? bahtına yazılmayandan mı? Şans yıldızını kaybettiğinden mi? Yoksa hiç kavuşamadığından mı bilinmez, yaşıyor öylece.

Şöyle esaslı bir şans ve baht açma duası yapayım kendisine, bir iki meditasyon, bilinçaltı kod değiştirme çalışması belki bir şeyleri değişir. Yapmayayım mı? Böyle iyi mi? Bu sefer onu dinlemeyeceğim, yaş 50 ömrün hangi aşamasında bilinmez, Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün.” hesabıyla gidersek yüzde yetmişini devirmişiz ömrün. Ama Dante’de 70inde ölmemiş, 56 yaşında (D.1265 Ö.1321 ) ölmüş… 35’i yarısı görmüşüz ömrün ama Dante’nin hesabıyla 28’miş ömrün yarısı. Şansa bak…

Not:  Dante, İlahî Komedya‘yı sürgünde olduğu 1304-1321 yılları arasında yazdı. Kendisi «Hayat yolumuzun orta yerinde» diyordu (Nel mezzo del cammin di nostra vita). Sözünü ettiği zaman 1300 yılı baharıydı, Paskalya günleri. Dante tam 35 yaşındaydı (O günlerin ölçüsüyle, hayat yolculuğunun da tam ortası.) Öbür âlemde yapacağı yolculuk, her şeyin sona erdiği, yolun bittiği yerde başlıyordu. O günün tarihini günü gününe verenler de var: 1300 yılı, 7 Nisan’ı 8’e bağlayan kutsal cuma gecesi. Şair, Cehennem bölümünde, Birinci Şarkı’nın dizelerinde,

Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti.

Ah, içimdeki korkuyu
tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü
ormanı anlatabilmek ne zor!

Öyle acı verdi ki, ölüm acısı sanki;
ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim,
gördüğüm, başka şeyleri söyleyeceğim.

Exit mobile version