Epey uzun sayılabilecek bir zamandır kurumsal dünyada eğitimler veriyorum. Artık şunu anlıyorum ki, konu bir şekilde hayata, insana dair ise insan öğrettiğini yaşamak ve yaşadıkça öğretisindeki ya da anlayışındaki hamlığı görmek ve öğreti ile birlikte kendisini de yenilemek zorundadır. Aksi taktirde öğretmen kalamaz. Olsa olsa samimiyetsiz, sığ bir gösterişçi, bir şarlatan olur.
Misâl eskiden iletişim eğitimlerinde katılımcılara temel ilkelerden biri olarak “hiç kimseyi yargılamayın, etiketlemeyin – sadece durumu tanımlayın” derdim. Örneğin “sen şöylesin – tembelsin, fevri bir insansın vs.” demeyin. Onun yerine “şu şu durumlarda, şunu yaptığında, bunu söylediğinde benim hissettiğim şey bu ve adil bir ilişkide olmasını beklediğim tepki, söz, davranış ise bu.” diyebilirsiniz derdim… Bunu söyleye söyleye, yargılarla konuştuğum anlarda dilimi ısırmayı ardında da yargılar yerine tanımlarla konuşmayı öğrendim.
Şimdilerde ise tanımlarla konuştuğumda söylediklerim doğru da olsa eksik kalacağını çünkü kalpteki güzelliğin; tam, eksiksiz ve bir olanın, sözlerin gölgesinde kalacağını algılayabiliyorum. Bilmek önemli olsa da önemli olan, asıl değeri örtebiliyor.
Elbette yargılamamak, iletişimde temel ilke olarak hâlâ orada duruyor. Ama “tanımlamak da gizlenmiş bir yargılama olabilir” diye kendime hatırlatasım var. Çünkü dip çizgide, tüm tanımlar, zihinsel kurgulardan ibaret ve iletişim problemlerimizin büyük kısmı da kendimizce tanımlar yapmaktan ve ardından da tanımlarımıza gerçek muamelesi yapmaktan kaynaklanıyor. Her tanım, sözün sınırları dolayısıyla, olanın bir yüzünü gösterip diğer yüzlerini göz ardı etmeye götürüyor.
Kalp ise bir tanıma ihtiyaç duymadan ve büyük bir özgürlük alanında, kendisini olduğu kadar diğerini de görerek ve gözeterek sadece dile geliyor. Tepeden bakmıyor, kendini değersizleştirerek aşağı da çekmiyor. O dile geldiğinde, şekil, üslup, formül ve teknikler gereksiz kalabalığa dönüşüyor. Hatta aynı kelimelerle dile gelse bile zihinle kurulan iletişim acıtırken, kalpten iletişim şifa veriyor. Daha da ilginç olanı, kalpten bir iletişim söze ihtiyaç bile duymayabiliyor.
Peki nereden bileceğim; sözlerim zihinden mi yoksa kalpten mi?
Bilmem ki?
Bu sorunun kendisi zihinden mi kalpten mi geliyor diye bakmak lazım belki de… Kontrol etme çabası mı orada yoksa samimi bir bilme arzusu mu? Geçenlerde neyin ne durumda bir yargılama sayılıp ne durumda sayılmayacağını kendimce anlatmaya kalktığım bir dost meclisinde, cânım Bünhan öyle bir şey söyledi ki, sustum ve sadece onun haklı olduğunu bildim. Tanıma gerek yok dedi – insan dürüstçe içine bakabilirse yargılayıp yargılamadığını her zaman bilir – cevap daima oradadır.
İnsan bilir – samimiyeti, dürüstlüğü ölçüsünde ve doğru yere baktığı müddetçe… İnsan bilir – kendisini savunmak yerine hakikati yeğlediği her durumda bilir.
Yoksa yine bir tanımlama ve sınır koyma gayreti mi bu yaptığım da? Bilemedim şimdi… Bir Bünhan’a sorasım var. :)))
Diğer yandan kendimi çok şanslı hissediyorum. Zira her geçen gün çevremde daha çok sayıda, kalbiyle yaşayan ve konuşan insan görüyorum. Misâl cânım eşim böyle biri. Varlığında büyük bir şefkat ve kucaklayıcı bir hâl var. Benim bazı çok bilmiş, ukala hallerime karşılık vermek ve mücadeleye girişmek yerine sadece derin bir kabul ve ağırbaşlılık içinde gülümsüyor. Bir şey söylemesine gerek kalmıyor – o zaman da insan, boş sözünden utanıyor.
İnsan sanırım öğrendikçe fazlalıkları eriyor ve gerçekten öğretebilir de oluyor. O zaman bilgelik, katı bir gaddarlıktan uzaklaşıp şefkatli bir kucaklayışa dönüşebiliyor.
Şimdi durduk yerde; “şefkat, görülme ve gösterme arzusundan geçip kendimi de ötekini de daha derinden görme, bilme arzusudur; hayrı gözeten anlayıştır.” diyesim geldi. Ama demesem, böyle tanımlara hiç girmesem de siz mesafe tanımaksızın kalbimdekini hissetseniz ne hoş olurdu.