Seni yalanlarla acıttıklarında, kalbini kanattıklarında; içinde öfke, isyan ve türlü duygular, olmadık tepkileri ateşlediğinde; kendini tanıyamadığında – yavaşla ve içindeki öfkeyle yoldan çıkışına bak.
O öfke, sana senin izninle yapışmış bir zehir. O zehir sende önceden de vardı. Sadece görünür değildi. O öfkeyi sen içine hiç de bilinçli olmadığın zamanlarda bilmem hangi cahilce ve anlaşılır sebeple koymuştun. Belki baban sana ya da sevdiğin bir başkasına, annene, yalanlar söylemişti bir sebepten ve onu severken yalanlarına da katlanmak zor geldiğinden sevgini öfkeyle örtmüştün. Belki de kim bilir hangi hayatında görmezden gelinmiş, hafife alınmıştın da Dünyayla başa çıkamadığından – o ağır yükle başa çıkabilmek için kendini değersiz olduğuna ikna etmiştin. İçindeki değerli olan, kendisine yapıştırdığı değersiz etiketine isyan etmişti belki ve değersizlik hissine katlanmak yerine onu öfkeyle örtmeyi tercih etmişti. Bunlara benzer çok sayıda senaryo yazılabilir. Hepsi de insancadır ve hepsi de gerçektir. Yine de hepsi de sadece birer hikayedir. Unutsan; hiçbir hikaye gerçekte yoktur hatta.
Hikayelerin sende şu an orada olan öfkede yaşar kimi zaman. Kimi zaman da başka başka sayısız zehirle birlikte yaşarsın sırf o hikaye ölmesin diye. Hikaye senden önemli hale gelmiş ve seni teslim almıştır böylece. O yüzden seni acıtan bir başkası da onun yalanları da sana hizmet ederler – zehrini gör ve dışarı çıkart diye… Ve yapabiliyorsan kendini kendi şefkatinle sar da kucakla diye.
Canı acımış olanı sar. Sar ki, aynı öfke aynı değersizlik, incinmişlik vs. kendini görünür kılmak ve içindeki yarayı iyileştirmek için bir başka yalancı, bir başka zalim, bir başka utanmaz daha çağırmasın.
Şefkat lazım insana; kendine şefkatli davran; yalanlar söylediğin için, canın acıdığı için, sen de can yakmak istediğin için hatta. Öfkeli oluşuna öfkelenme yani – öfkeni katmerleme. Şefkat yoksa dürüstlüğü ne yapacaksın? Duyamazsın ki. Şefkat varsa yalana lüzum mu kalır? Söylemezsin ki.