Bir zeytin düşer toprağa…
Eti buruşur, kurur, dağılır. Çekirdek kendi halinde kalır öylece. Ağaç olma dileği kazılıdır hücrelerine. Ama ne topraktır dermanı, ne güneş, ne de hava… İlle de göstermeli kendini bir tahtalı güvercine. Sinyal gönderir kimsenin duymadığı. Aşk ile bekler kendisini farketmesini.
Ve bir gün bir gölge düşer üstüne. Nihayet onu kapmaya gelmiştir kurtarıcısı. Ağacın yolculuğu başlar kuşun kursağında. Yoğrulur enzimlerle, yumuşar kabuğu. Sonra bırakır kuş onu hiç bilinmedik topraklara.
Ürkektir toprağa düştüğünde, kursağından düştüğü kuşun yüreği gibi çırpınır. Toprak sıcaktır, sarmalar onu. Güneş güler, yağmur sular. El verir çevredeki bitki örtüsü… Enzimlerini salarlar köklerinden varolmak için çırpınan bu ağaç tohumuna. Toprağın altında hummalı bir destek vardır. Bütüne saygılı, çekirdeği kendinden ayrı görmeyen doğanın eli üstündedir.
Boy verir sevinçle, çıkartır boynunu toprak üstüne.
Öyle bir sabahta karşılaştım onunla. Var oluşuna insan eli değmediğinden olsa gerek adı “Delice” idi. Bizim diktiğimiz zeytinlerden daha küçük meyve verir, dikenli dalları ile kendini korurdu. Kökleri derinlere iner, bir madenci ustalığı ile orda bulduğu mineralleri işler ve yukarı çıkartırdı özenle. Ve paylaşırdı meyveleri ile. İnsanlar sevmezdi meyvesini küçük olduğundan ve kocaman çekirdekleri bulunduğundan. Yağı da çıkmazdı çok. Karlı iş değildi yani onu toplamak. O gene de vazgeçmezdi varolma sevdasından. Bir bilen çıkardı elbet değerini.
Bir sabah çıktı karşıma ansızın. Şefkatle doldu içim. “Günaydın!” dedim. Sanki gülümsedi bana.
Çam ormanının orta yerinde tutunmuştu hayata. Etrafı dökülmüş, kurumuş çam yaprakları ile dolu. Yavaşça temizledim çevresini, rahatsız etmekten korkarak. Hava alsındı biraz. Oturdum yanı başına ve düşündüm. Kendi kalabalık ailemi ve bu minik delicenin bir başınalığını çam ormanında. İnsan bebeği kalsa bir başına böyle bir yerde, iki güne kalmaz göçer giderdi. Bu minik delice, annesiz, babasız öylece dikiliyordu karşımda.
Benim hiç bilmediğim ama onun çok iyi bildiği bir şey vardı ama ne?
Benim öğrenilmiş bilgilerim içinde olmayan bir şey. Kendiliğinden içimde olan ama öğrendiklerimle üstü örtülmüş olan. Tıpkı şu çam dikenleri gibi kat kat beni örten öğrendiklerimden, asıl sahip olduğum, bende de yazılı olan bu bilgi ne yazık ki, delice kadar cesur değil. Elim kolum, gözüm kulağım bağlı.
Teslimiyet desem, değil. Bütüne güvenmek, bütünle bir olduğunu bilmek; teslimiyet değil ki. Teslimiyetde sanki biraz acizlik varmış gibi.. Tamam teslim oldum deriz hani… Bu öyle değil. İnanç da değil. İnanmak, başka birinin söylediği bir şeyi kabullenmek, ona inanmaktır.
Ben, kendin bilmekten bahsediyorum. Kendin bileceksin bütünü. Düşünmeksizin bileceksin. Aklınla değil, yüreğinle var olacaksın. Havadaki moleküllerin ihtiyacına göre sana koştuklarını, derinin gözeneklerinden içeri girip, seni beslediklerini bileceksin mesela. Zeytin çekirdeğinin, korkmadan kuşun kursağında beklemesi gibi bileceksin. Düştüğün toprağın cinsini, cibiliyetini düşünmeden etrafındaki varlıkların sana destek olacağını bileceksin.
Ey minik delice; haşmetli öğretmenim! Umarım bir koca ağaç olursun yakında. Su getiririm sana. Meyvelerini yerim. Bir oluruz bir hücrede. Birlikte biliriz güneşin doğumlarını saymadan. Ay ışığında birlikte yıkanırız, ufukta kaybolurken, doğacağımızı bilerek bir başka ufukta. Varlığına şükranım, varlığıma şükranıdır özümün.