Evrendeki karmaşık, kaotik sistemleri inceleyen, onlar hakkında anlamlı matematiksel sonuçlar çıkarmayı hedefleyen bir kuram olan Kaos Kuramı gözlerimin önünde kendini anlatmak için enteresan bir yol bulmuştu kendine. Aslında zaten içinde olduğumuz şeyi, dışımızdaki bir şey gibi algılamak da biz insan varlığı için bir süreç idi. Newton’un selamını alıp kabul etmek, artık öyle yan gelip yatmaya pek izin verecek türden değildi.
Bir ipucu buldum. Bu ipin ucundan tutmak beni bilinmeyen, hatta bilinemeyen nice diyarlara savurdu.
Burası 3 yaşındaki oğlumun yatak odası… Uyku zamanımız gelmiş ve o yatağına yatınca bende yarı oturur bir pozisyonda sırtımı yaslayarak, onun huzur içinde uyması için ona eşlik ediyorum. Uyku eşlikçisi… Eşlik etmek ne naif bir haldir. Ne çok eşlikçilerimiz var hayatta… Görünen, görünmeyen, duyulan, duyulmayan… Biz bilmeden, ne çok bilinmeyenle bir arada yaşarız. Bazen bir uç buluruz bilinmeyene dair. Ve bilinmeyen her zaman bilinmek ister. Gel gör beni diyen bir edayla bizi sürükler de sürükler… Kapalı olan açılmak, duran şey hareket etmek, biten şey başlamak ister ve bu zıtlıklar ülkesinde sonsuza dek giden bir yolculuktur adeta…
Şimdilik uyku eşlikçisi olarak devam edelim anlatımıza… Oğlum uyudu ve ben hala yanı başında otururken, karşımdaki sarı dolabına ilişti gözüm. Odanın ışığı kapalı idi ve yan odadan gelen ışığın yansıması, loş bir karanlık oluşturmuştu. Dolabın üzeri kalemle karalanmıştı. “Nasıl da görmemişim, ne zaman karalamış bu çocuk burayı?” diye söylenirken, birden karalama yok olmaya başladı. Anlayamadım. Daha az önce resmen karalanmıştı alelade biçimde… Şimdi nereye gitti?
Benim eşlikçiler yola çıkmıştı besbelli. Aslında çoktan yola çıkmışlardır da görülmek için en uygun koordinatlar, tam da o zaman uygun idi demek ki… Sonrasında bu iplik görüntüleri yaşamım boyunca tekrarladı. İşleyen, gelişen, dönüşen bir süreçti… Sanki bilinci olan şeylerdi. Zaman zaman havada asılı ip yığınları şeklinde görünüyordu. Karmakarışıktı. Boşlukta öylece salınıyordu. Ben onlara, onlar bana alıştıkça, daha uzun süreler durmaya başladı. Her seferinde daha iyi incelemeye çalışıyordum. Bir gün yatak odamda tüm tavanın bu iplerle kaplandığını gördüm. İlk gördüğümde, küçük alanları kaplıyordu. Yatak odamda gördüğüm ise sanki 10 numara şişle, ince ipten örülmüş ve tavana gerilmiş, haroşa bir örgü idi. Belli ki hamarat bir ören bayan vardı J Desenler büyüyor git gide birleşiyordu. Ve zaman zaman motifler halinde, öbek öbek dantellere döndü. Annelerimizin, anneannelerimizin geleneksel çeyizlik el örmesi dantelleri… Hiçbir şey bilmiyordum. Artık o kadar normalleşti ki, sanırım bir çok insan da görüyordur diye düşünürken, öyle olmadığını fark ettim. Çok mu özeldim ben? Evren bana bir yetenek mi bahşetmişti nedir bu? gibi tabiki insan olma yolunda debelendiğimiz, benlik ve zaaflarımızın açık kapılarından giren deli sorular idi bunlar… Olsun… Öğrenecektik öyle ya da böyle…
Kaostan büyüyen, gelişen, dönüşen, şekil alan bir yapı bana neler anlatıyordu? Ya da bize? Merakım gittikçe arttı. Ve araştırmaya okumaya başladım. Bu tip bilgilere yakın gördüğüm kişilere danışmaya başladım. Ama yine de tam bir açıklama bulamıyordum. Ne arıyordum ki? Nasıl bir açıklama beni tatmin ederdi? Bilmiyordum. Bu anlam arayışı ile parapsikolojik, metafizik, spiritüel vb. kelimelerle ifade edilen konuları okumaya başladım. Doğrusuyla, eğrisiyle bu denize daldım…Bir şeyin ne olduğunu öğrenmenin bir yolu da ne olmadığının idrakine varmaktan geçiyordu…Bir şeyin ne olmadığını öğrenmek ile ne olduğunu öğrenmek eşitleniyordu bir nevi. Olmak ya da olmamak, bir ipteki iki cambazdı.
Yaşamda bu ipler gibi kaotik, devinimsel ve sürekli dönüşen bir yapı olduğundan, bir şey için netlik sağlamaya çalışmak çok büyük bir handikaptı. “Bu budur” ve “şu şudur” diye kenara alıp koyabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Yaşamak denen şeyin içindeki evrilişimizi anlatıyordu belki ipler. Bir varlığın, bir olayın, bir durumun işleyen sürecinin bir motifi, formülü idi.
Kaosun rastgele rüzgarlarındaki bir yaşamı deneyimlemek, belki bunu en iyi öğreten eşlikçilerden biriydi. Bunun için sadece yaşamak ama cesurca yaşamak gerekliydi. Gözlerimin önündeki dantelalar, kaosun, aslında düzenin içindeki olmazsa olmaz bir geçit oluşunu anlatıyordu.
Yaşamımdaki bu deneyimi çözümlemek (kendimce olan çözümüm diyelim) tabi ki anında olmamıştı. Ki hala da her şey çözümlenmiş olmayabilir bu akışkanlık deryasında akıyorken… Ve aynı zamanda birçok şey de çözüktür, sadece uygun koordinat ve eşleşmelerde kendini gösterecektir. Bu arayış süreci beni büyütmüştü. Kah süründürerek, kah göklerde uçurarak savurmuştu oradan oraya… Böyle bir deneyimin farklı çıktıları da olması çok muhtemel ki, benim de zaman zaman içine düştüğüm hallerdir.
- Ben kimim? Ne kadar muhteşemim ki bu kadar özel şeyler yaşıyorum
- Kesin artık Ermiş (Buda, Mesih, Peygamber…vb. şeylerden) oldum.
- Artık her şeyi biliyorum
- Sadece bana bahşedilmiş bir yetenek
- Ben çok önemli biriyim
Aslında her şey, hepimizin gözleri önünde duruyordu ve hala da öyle… Evreni anlamak, yaşamak belli türde, özellikte, yetenekte olan bir kimseye ait değildir. Bu dünya, bu evren BİZ’imdir. Rütbe, makam, mevki veya paraya, şöhrete bakacak bir kategori veya ayrıştırma sistemi yoktur. Hiçbirimiz özel ve önemli değiliz. Aynı zamanda her birimiz nadide birer eseriz.