Yola çıkacağımı anlamaları için gözlerime bakmaları yeterdi. Yorgun bakıyordum. Hep yorgun baktım. Bakmadılar. Yorgunluğumun nedeni, aslında bir yolun olmadığını anlamamdı. Yolun silindiğini biliyordum.
Neden kaybolmuş yolların peşine düştüm? Sararmış siyah-beyaz görüntülerde görüp aradığım yol neredeydi? Vicdan mı, özlem mi, bugün üzerime abanan mutsuzluğa çözüm mü? Ya da o fotoğraflarda donup kalmış bir bakışın, yola bakarken ki ifade ettiği mana mı? Bir kız vardı. Pricilla Joe. Hani Attila İlhan’ın dizelerinden, bizim de saf düşlerimizden masumluğu yakarak geçen kız. “kırmızı bir ışık sızar jelatini bol gözlerinden/ yangın kızıllığına boğarak baktığı her yeri/ farkı yoktur cam parıltılı siyah bir sürahiden/ pricilla joe/aygır dişleri yassı ve küt/köpek dişleri sivri/…öpmeyi ısırmak sanır oldum olası sahiden” yanmanın rengiydi kırmızı. Aşkın rengi. Bu kırmızı mıydı, yolun sonunda ulaşmak istediğim?
Pricilla Joe’nun yatağı bembeyaz, dağınık, vahşi bir hayvan gibi saldırmaya hazır dururdu her seferinde. Pricilla Joe, yüzükoyun uzanmış yatardı; ben gergin, o bir boşalma, bir doymuşluk, bir yumuşaklık içinde olurdu. Sıkardım hoyratça her yerini. Acıtıp canını, etini çürütünceye kadar sıkardım. Saçlarını çekerdim. Başını yana çevirirdi sitemsiz. Yüzü terli, yastık ıslak, sırtını dönerdi. Bilirdi kıskandığımı diğer serserilerden.
“Anımsayabildiğim kadarıyla, eskiden, bir şölendi yaşantım, açtığı tüm çiçeklerin, tüm şarapların aktığı…”
Arthur Rimbaud, bu cümleyi yazdığında kayıp fotoğraflarındaki yola ulaşmış mıydı? Ulaştıysa neden, “bir akşam güzelliği dizlerime oturttum ve acı buldum onu…” diye, devam eder cümlesine? Tanpınar, “Huzur” diyor ya kitabının adına; ben, yazdığım birkaç cümlelik yazımın başlığına “Huzursuzluk” adını mı vermeliyim? “Hadiselerle beraber değiştiğimiz ve bizler de değişince mazimizi de yeni baştan kurarız,” hipotezine karşı bir ihtilal tasarlıyordum, ama önce kayıp fotoğraflardaki o yolu bulmalıydım. “Büyük bir sessizlik, alacakaranlık ve zamanın bazen hızla aktığı, bazen sabitlendiği bir yerde”ydim ben de, Iris Murdoch gibi. Ama ne varoluşçuluğumu, ne de üzerimdeki mistik etkileri sorgulamayı hiç düşünmüyordum.
Benim öykümü bildiğini sanan çok insan oldu. Biliyorlardı, çünkü diğerlerinden hiçbir farkı yoktu. Beni gözetleyenler hep şunu derdi: “Otur oturduğun yerde!” Bahçeye bile çıksam, sesimi boğarlardı. Katlanamazlardı fısıltıma bile. Ne demek oluyordu bu? Bugüne kadar izlediğim tüm yollar bir labirentti. Bunu anladım işte beni gözetleyenlerin eleştirilerinden. İçinden çıkmayı başaramadığım bir labirentin mahkumu olduğumu. Bağırarak söyledim tüm bunları yüzlerine; bu yargıyı nereden çıkardığımı sordular. Okuduğum kitapların uykumu getirmesinden başka şeylere de yaradığını söyledim. Bana dediler ki, “Ama senin bilmediğin şu beyinsiz, sen dört ana yönü olan yolu biliyorsun; oysa, bilmediğin binlerce ara yön ve yol var!”
O günlerde beni gözetliyorlardı. Okuduklarımı, yazdıklarımı merak ettiklerinden, gözlerini hiç kırpmadan izliyorlardı. Bıkmıştım. Ben de beni gözetleyenleri, gözetlemeye başladım. Yediklerini, içtiklerini, seviştikleri kadınları, amirlerinden fırça yemelerini gördüm. Sonra karılarıyla ve sevgilileriyle yattım. Evlerine misafir oldum, çocuklarının en sevdiği amcalarıydım hep. Osuruklarının kokusunu bile ayırt edebilecek profesyonelliğe ulaştım.
Akşamları içerdik hep. Konuşmalarımız şöyle geçerdi:
“Hayatta önemli olan nedir biliyor musun?” derlerdi rakılarından bir yudum aldıklarında.
“Bilmiyorum,” derdim, rakımı başıma dikerek. Onlar yudumlayarak bol sulu, bense susuz hep dikerek içerdim.
“Doğrusunu istersen bunu kimse bilmiyor,” derlerdi, ağızlarına bir parça peynir attıktan sonra. Ağızları hep şapırdardı.
“Haklısınız,” derdim, peyniri sevmezdim ve masada asla kavun olmazdı. Böylece onlarla eşit duruma geldim. Sonra ben yola çıkarak bu eşitliği bozdum.
Yola çıkacağımı anlamaları için gözlerime bakmaları yeterdi. Yorgun bakıyordum. Hep yorgun baktım. Bakmadılar. Yorgunluğumun nedeni, aslında bir yolun olmadığını anlamamdı. Yolun silindiğini biliyordum. Kimin sildiğini merak edecek kadar dinlenmeye zamanım yoktu ama. Bir noktadan hareket ettiğim ve üzerinde ilerlediğimi zannettiğim yolun silindiğini anlayınca geri de dönemiyordum.
Geri yoktu.
Bir yol açtım sonra kendimce. Üzerinde salt kendimin yürüyeceği bir yol.
Bu yolun da bir yol olduğuna o kadar emin değilim ama.
Bir yere çıkmasını da beklemiyorum.
Silinecekse bu yol bir gün, ben silecektim.
Bunu biliyorum.
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI
indigobayram@gmail.com