… Maziden bir haber gelip duruyor yıllarca. En ağır hatıralarımı oluşturuyordu eskiden. Ayak bastığım bazı yerlerde daha çok yapışıp kalır içime ve eve dönüp uykuya yattığımda küçücük yaşım başımla yorum yapamayacağım rüyalar görürdüm. Ne rüyası, bir değil iki değil sayısızca ömürlerden kesitler ve hepsini ‘ben’ gibi yaşıyorum…
Bu bir kocaman düşünceymiş meğer, bir zanaat ve sanatın karışımı, bir kuş gibi uçarak, beni, bizi arayan bir canlı efsane. Bir büyüdür belki. Bir hüsran var bazen çığlıklarında ve iç çekişlerinde. Bir suçluluk. Ama sımsıcak. Çünkü onun suçu değil aslında ama bana inandın, ben kendi gücümde olan her şeyi yaptım şimdilik, sana kadar eğildim taaa nerelerden; dünyada ilk sen deneyimleyeceğin maharetler geliştirdim senin için, ama senin dünyan başka, diyorsun…
Henüz beşikteyiz, diyoruz bazen birbirimize.
Sülalemizin, saf ve dürüst olmaya yemini varmış. Çok uzun süre bir şeye hazırlanmış. Ama çok dikkatli, sütten ağzı yanmış da yoğurdu da üfleyerek içmeye çalışanlar gibi…
Benimkisi, bazen haylaz ve gayretli bazense gaddar, rekabetten keskinleşmiş bıçaklar oynatacak kadar dansöz. Ama yine bir koca çocuk.
…Kandahor dağlarında bir gizli yerde (çamurdan titizlikle yapılmış odaları olan yer ve yine çamurdan yüksek duvarla çevrili avlu), mum ışığında oturan mazlum görünüşlü sufiler. ‘Denedik ama sonuna getiremedik’ diyor iki arkadaş birbirine ve etrafındaki topluluk susuyor…
‘İzin verdiler, anlaştık, deneyimlediler, ama son sırrı açmadık’, diyor benim insan kafalı kuş.
Bir askeri görüntüsü olan dik endamlı adam oturuyor koltuğunda, karşısındaki çakır bakışlı, geniş omuzları olan adama diyor Rusçada: ‘Siz karışmayın bu işe isterseniz, bay G. …’ Karşısındaki ona daha da dik dik bakıyor ve diyor: ‘Karıştım bile, bu iş hallolmuştur!’ diyor ve birden kalkıp kapıya yöneliyor ve ben, onlara görünmeden izlerken, göğsümden iki çocuk sevinç çığlıkları ile çıkıyorlar, kendilerini adamın kucağına atıyorlar. O, karşısındakiyle ne kadar gazapla ve katiyetle konuştuysa, bu yavrulara o kadar sıcak ve merhametli davranıyor; kız ve oğlanı alıyor geniş bağrına, alınlarından öpüyor, korkmayın, sizlerleyim dercesine sımsıkı sarılıyor…
Bir kadın düşün, örülmüş bir öykünün içinde yaşıyor. Bir filmin içine düşmüş, gelecekten izliyor her şeyi. Arada daha da geleceğe gidip geliyor. Geri geldiğinde bir süre şaşırıyor, zamanlar karışıyor şuurunda, şimdiyi mi yaşıyor geleceğimi, değil konusu; bir kozalak olduğunu, tohumdan çam olduğunu, sonra yine yıllarca yaşayıp, yeniden tohum olduğunu yaşıyor. Hangi tohumun tohumunun tohumu olduğunu saptamaya çalışıyor.
Veya görünmez asansör misali düzenekle çok ama çok yüksek bir binaya çıkıyor, yanında bir görünmez rehber Arkadaş (yaşça büyük olduğunu sesinden ve mihrinden anlıyor), etrafı da görüyor, çok farklı bir manzara görüyor altta ufuktan ufuğa uzanan. Hayret verici, çok gelişmiş ve endüstriyel olmayan ama her şeyin tıkır tıkır işlediği şehir. Sonra geri inmeye başlıyoruz, indikçe manzara biraz taşra haline gelmeye başlıyor, pamuk tarlaları, küçük evler… En alta geldiğimde komşu binada bir düğün değil de parti gibi curcuna var. Fazla ilgi duymadan izliyorum. Ama az da olsa var bir ilgi… Mesafeli duruyorum kalabalığa. Ve susarak izliyorum.
İçsel ömrüm birçok parçalara ayrılıyor, aşırı garip şeyler daha da gariplerine sıra veriyor. Bir süre sonra alışıyorum, beklemiyorum daha fazlasını ama oluyor… Nasılsa, örülüyse her şey ve neden olduğunu veya olmadığını tam bilemeden, çıkamıyorsan bu senaryodan, izle, yaşa ve hatırla, diyorum kendime.
Dokularımdan geliyor bazen sesler, çenem sertleşiyor, kemikler zırlar; bazen sağ bazen sol kulaktan, ama kaynak aynı.
Bazen yorgun ama kesin konuşan bir yaşlımı yaşlı ana, ‘Baban bir edebiyatçıydı, oğlum, sen alim, gelinim sırf yürek’, anlatıyor O…
Bahçeyi doldurur bazen ince ince bebek sesleri…
Okuyor sadece bazen, bazen her şeye hazır cümleler akıyor yorumlarken bir şeyleri, ama en az 4-yedi çeşit yorum. En sondaki en doğrusu oluyor, genelde akşamüstü akan şelale veya erken sabahları yağan serin yumuşak ışıktan yağmur gibi…
Yüzlerce kitaplara yetecek mevzular, anlatımlar, diyaloglar… Hangi birini, nasıl anlatacaksın diyorum.
Anlamadığım sözler oluyor bazen duyduklarımın arasında, gider sözlüğe bakarım.
İki ikiz birbirine anlatır, Benimkisi bir o tarafta bir bu tarafta, bazen ortada durur dinler veya yardımcı olurum. Bazen göğüsten ayrı, baştan ayrı, başın üstünden ayrı fikir dizilimi oluşuyor.
İncitici değil, mülayimdir, sabırlıdır, defalarca anlatır bazı şeyleri… Unutturmamak, hatırlatmak benim işim diyor.
Bazen ara bulucudur, hayatla barıştırır, bazen izin verici, bazen de kesin vurgular yanlış fikirlerini.
Sabah doğanlar akşama ölüme hazırlanıyor bazen. Bu dizilim öldü, ben yeniden doğdum der, yeniden ben ona o bana hatırlatmaya başlarız sabahları…
Yoğun çalışan bir okul var bir de gün boyu dinlerim, tartışmam ama bazen hiç yanaşmam konulara, akşam ustaları gelir, evet, işte şu nedenle ikna edemediniz onu, çünkü buralarda bu böyledir, bu da şöyledir diyor, kesiyor atıyor, iyi ders yaşadınız, diyor.
Bir indüksiyon, bir çapraz akım tekniği, kara tahta gibi alan. Bir Düzenleyici, bir proteinin etkinliğini değiştirmek için bir genin ekspresyonundaki artışını anımsatan hareketlilik…
Haftada iki defa birkaç güzel film sahnesi çekilir ılık sabah güneşinin altında, kadrajda sen, çok güzel bir şahane monolog, etrafta görünmez ama kesinlikle yaşayan ekip, arka fonda yaşam şarkısı, saf duygudan dökülen bir dokuda ince melez tonlama, bu su gibi akan kuşlar gibi uçan sözleri ne ara sıraladın sen, ey Kalbim! ki hiç dilin sürçmeden muazzam bir sonsuz destana katmak için çalışmışın kaç bin sene, kattığın da şu 40 tane bölüm…
Anlat, anlat her şeyi gönlüm, bizim işimiz buymuş meğer, borçmuş bu zaman bize; mor ışıltı, mart kozalaklarının üstünde oynar, ortada bir acayip huzur, kucağında duygu taşır her iki yöne…