“Bir gün daha geçti yine sensiz; aşkım ağlıyor bak sessiz, sensiz.” Sensiz geçen akşamların suskunuyum. Işıklar sönük oturuyorum odamda ve gelmeyen uykuyu uyuşturmaya çalışıyorum sonra. Yanan sokak lambaları, gölgeler ülkesinin kapılarını açıyor zihnimde. Geçmişin ne kadar karanlık anısı varsa, karabasan olup hesap sormak için sıraya giriyor başucumda. Alacakaranlık bir sabahta neşeli çocukların günleri aysın diye, kendi kanımla yıkamaya çalışıyorum kabuslarımı. Şarkının dediği gibi, “Dertler benimdi, mutluluk senin.”
“Tekel”in arkasındaki bölmede sıkılmıyordum. Yalnızlık çekme ihtimalim hiç yoktu, benim gibi umutsuzlar, karısının baskılarından bıkanlar, gizli alkolikler, patronların ezdiği küçük memur tipler, seks manyakları, kafayı burada çekip gece kalburüstü bir mekanda tek bira ile ucuz kadın peşine düşecek basit avcılar, alkolikliğin eşiğinden dönmeye yemin edenler-yeminlerini bozanlar, ilk birada şiir okuyan amatör ozanlar…bizler işte. Zaman zaman bunalıma girdiğim oluyordu. Fazla sohbetin dozu arttığında, böyle de intihar edilebileceğine dair kuramlar üretiyordum kafamda. Berbat bir tiyatro sahnesinde, berbat repliklerimizle var olma derdinde miydik? Sanmıyorum. Yok olmak için çaba gösteriyorduk sadece.
Dış dünyaya kapalı bu illegal meyhanenin işletmecisi olan “Hanımefendi” yüz elli kilo civarında, kısa boylu, orta yaşın epey üzerindeydi. Bedavacılara acıması kesinlikle yoktu. Bedavaya bardağın dibinde kalan birkaç yudum birayı bile vermezdi. “Keyfin Veresiyesi Olmaz!” diye yazan koca bir tabelayı gözlerinde ve küfürlerinde taşıyordu. Kadın olmasına aldanıp çamura yatan müşteriyi öyle bir benzetirdi ki, adam sonunda içkiye tövbe ederdi neredeyse. O kocaman hali ile Tanrıçamızdı, anamızdı, ablamızdı. Hayalimizdi!
Benim yalnızlığımın ise değişmez fedaisiydi. Zamanını bilemediğim saatlerde teklifsiz gelmeyi alışkanlık edinen ve sevgilim rolünü oynamayı seven yoldaşımdı. Biraları zaman zaman para vermeden içmeme sesini çıkarmazdı; ama asla bedava sevişmezdi benimle. “Prensip” diyordu ve biliyordum ki, asla ucuz bir fahişe değildi. Bir keresinde, alkolün etkisi ile uygunsuz bir teklifte bulunan adamın tekini ayılana kadar dövdü, sonra da elini öptürüp af diletti kendisinden. Param hiç olmadığında, “Uyu” derdi. Uyur gibi yapardım. Başucumda sabaha kadar oturur, yazdıklarımı okurdu. Bilirdim. Yüzünün aldığı biçimi fark eder ve üzerime kusmasını beklerdim. Kusmazdı. Konuşmazdı. Böyle zamanlarda, şafak vakti gitmeden beni son bir kez para almadan düzerdi sadece. Terli yatağımda boğulma düşleri kurarak uykuya dalardım.
Başkalarının hayatlarıyla, kendi oyuncaklarıyla oynar gibi oynayan tipler gelirdi bazen “Tekel Büfe”ye. Şişeden veya kutudan içmek beyefendiliklerine yakışmadığından, suratlarını buruşturarak kirli bardaktan içerlerdi biralarını. O bardaklar ki, tenekede biriken yağmur suları ile yıkanmış olurdu arada sırada. Biralarından birkaç yudum aldıktan sonra:
“Aman ne güzeldi borsanın yükselişi, döviz kurlarının istikrarı. İş boldu ve bizim gibi alkolikler işsizliği kabarık gösteriyordu. Yöneticimizi sevmeli, üç kuruşa kişiliğimizi pazara çıkarmalıydık; kredi kartlarına borçlanmalı, beton bloklardan ev düşleri kurmalıydık…”
Şurası kesindi; “Biz bu boktan heriflerle nasıl aynı evrende yaşayabiliyorduk?” Bizim gibilere, yani ne yaptığını düşünmeden rüzgara kapılıp giden kurumuş yapraklara pembe düşler anlatmanın sonucu, şaşmaz bir şekilde şiddetle bitiyordu. İmlası bozuk cümleler gibiydik. Kötüydük. Kötü!
Dibe vurup, hayatın tüm kaybedenleri ile kentin karanlık çıkmazlarında unutulmak istiyordum. Hayat sıkıcıydı ve beğenmediğim, külfet gördüğüm onca şeye rağmen, büyük bir yılgınlıkla devam ediyordum işte yaşamaya.
“Sokak serserileri ile takılmayı özgürlük, kaybetmeyi edebi zafer görüyor; sokak kadınlarından kaptığı zührevi hastalıkları sevgililerine bulaştırmayı zafer zannediyor; takıntılı, kural tanımaz…”
gibi tanılar koyduktan sonra tedavi etmeye kalkışıyorlar ya, artık komik bile gelmiyor. Ruhumun olmadığına inanmaya zorluyorlar beni! Salt zihnimde oluşturduğum “aklımı yitirme” korkusu bir hayal ise, gerçekliğimden ya da normalliğimden şüphe edebilir miydim?
Kendimi suçladığım zaman fark ediyorum ki, içinde bulunduğum bedenden dışarı çıkıyorum, yüksek bir kürsüye. Yargıcım oluyorum yani. Suçladığım ben ise pis, bulanık uğultular çıkarıyordum, anlaşılmaz fısıltılarla küfürler ediyordum. Suçsuz olduğumu söylüyorum yargıç olan bana.
“Anlat!” diyordum. “Saklama!” Çok sertti “Yargıç” halim. “Saflığını balkon altlarında, merdiven boşluklarında, okul sıralarının altlarında, koca kıçlı- küçük kıçlı; uzun bacaklı-kısa bacaklı; selülitli kalçaları seyrederek yitirdiğini anlat!” Yargıç ben kürsüye vuruyordum anlattırmak-itiraf ettirmek için, ama sanık ben küstahça gülüyordum. Kürsüden yuvarlandım sonra ve aşağıdaki bana karıştım.
“Allah’ım, sabahın yetimliğinden kaçmak için gerzekçe mastürbasyon denemeleri miydi tüm bunlar?”
Halk düşmanlarıydık. Varoluşumuz alkolün derecesi kadardı. Tezgahın üzerindeki bira şişelerini koca göğüslü kızlar gibi görmeye başladığımız saatlerdi. Kederliydik. Özlem doluyduk. Şiirdik. Bağırıyorduk. Tekel Büfe’yi bastılar sonra. Ölü böcek toplar gibi topladılar bizi büfenin arka bölmesinden. Sarhoş bir direnme vardı karakterimizde. Zabıta ise ayıltma üzerine deneyimliydi. Geceydi. Şiirlerimiz yağmalanıyordu. Şarkılarımız yanlış melodilerde can çekişiyordu. Tezgahın üzerindeki koca memeli sevgililerimiz, şaşkın birer çığlık atıyordu düşüp kırıldıklarında. Alkolikler acı çekiyordu.
Mevlana’nın, “Calinus Ve Deli” anlatısı tam da içinde bulunduğumuz duruma uyuyordu;
“Calinus, etrafındaki dostlarına:
– Bana filan ilacı verin, dedi. içlerinden birisi:
– Ey Calinus, dedi, bu ilacı delilik için verirler. Delilik ise senden uzak.
– Bana bir deli baktı, dedi Calinus. Bir müddet yüzümü seyretti. Bana göz kırptı, sonra yenimi yakamı yırttı. Onunla bir münasebetim olmasaydı nasıl olur da yüzünü bana çevirirdi? Benim onunla bir ilgim olmasaydı, nasıl olur da gelir bana çatardı? iki kişi uzlaştı mı, aralarında ortak bir özellik var demektir. Kuş ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar. Kendi cinsinden olmayanla sohbet, adeta mezara girmektir.”
Artık tuhaf bulmuyorum Calinusları. Bizleri, meta yerine koyarak sınıflandırıp, etiketliyorlar. Bizimle her sohbete girdiklerinde kendilerini mezarda hissetmeleri de umurumda değil. Tedavi edilmesi gereken hastalarız ya onların gözünde, biz de iyi olmamaya yeminliyiz. Öfkelenmiyorum. Bıraktım, etiketlesinler. Parmak izlerimizi alsınlar. Fotoğraflasınlar.
Üzerimde yazana ve son kullanma tarihime hiç şaşmıyorum:
“Her seferinde içer ve kimsenin anlayamayacağı mevzuları salt kendisi için yazar. Fiyatı yok, promosyon olarak verilir. Yani, beğenmezseniz, en yakın çöp kutusuna buruşturup atabilirsiniz.”
Allah belasını versin! Senin zannettiğin veya başkasının çizdiği imajda biri değilim. Hiçbir zaman bir şey değilim! Bana bir kere dokunanı iyi edecek herhangi bir ilaç yok!
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI
Başlık: Tutunamayanlar, Oğuz Atay (Sayfa 259 – İletişim Yayıncılık)