Kimliksiz bir evsizdim. Nelson Algreen, Allen Ginsberg, William Burroughs, Richard Brautigan ve bütün bir Beat Kuşağı; Roger Gilbert, René Daumal, Richard Weiner, Arthur Adamov, Robert Desnos, Georges Ribemont-Dessaignes, Saint-Pol-Roux gibi iki savaş arasında Dadaizm’den anarşizme ve gerçeküstücülüğe savrulan birçok yazar, var olma yolunda “merhaba” diyordu cehennemimde yalnızlığı seçen bana!
Anlamlandıramadığım hesaplaşmaların cenderesinde tek anlam, özgürlüğün nefesini ruhuma üfleyen yeraltının edebiyatı oldu. Uyuşturucuyu, eşcinselliği, delirmeyi, hapishaneyi, trenleri, yolları ve intiharı seçenlerin iki yüzlü olmayan dünyaları, her kaybedeni olduğu gibi beni de içine çekiyordu.
Yeraltı edebiyatının, en yere batan yazarlarından “Piç, yetim, hırsız ve eşcinsel” Jean Genet abimin, “Hırsızın Günlüğü” isimli kitabındaki “Bu günlükte beni hırsızlığa iten nedenleri gizlemek istemiyorum; bu nedenlerin en basiti karnımı doyurma zorunluluğuydu; ama seçimime hiçbir zaman başkaldırma, acı, öfke ya da herhangi bir benzer duygu eşlik etmedi. Tam tersine, serüvenimi çılgınca bir özenle, ‘kıskanç bir özenle’ sevişmek için bir yatak, bir oda hazırlar gibi hazırladım: Suç işlemek için kalktı kamışım.” cümlelerinin altını fosforlu kalemimle çizerken, bu anlatıların beni yeraltına çektiğini hissederdim.
Yerüstü bizleri bir safra gibi atıp gömmek istemiyor muydu yeraltına? Gerçekle hayalin arasındaydım. Araftaydım. Yerin altında olanları; uyuşturucu ya da seks bağımlılarını, hayat kadınlarını, transseksüelleri, işsizleri, evsizleri ve bastırılmış duyguların yansımalarını günlük yaşantımda, genel geçer ahlak yasalarının izinden giden bilinçaltımda görmüyor ya da hissedemiyordum, hatta belki de görmezlikten geliyordum. Yeraltı edebiyatı, görmediklerimi, duymadıklarımı ya da bulaşmayı istemediklerimi tüm gerçekliğiyle, çoğu zaman erotik bir dille ya da hiç duymadığım/okumadığım bir jargonla metne dönüştürürken, yerüstüne yabancılaşıyordum. Anlatılarda zengin, yakışıklı, güzel ya da başarılı insanların göz kamaştırıcı, inandırıcılıktan uzak muhteşem hayatlarına yer yoktu. Burada kimse süper kahraman ya da en iyi değildi. Çoğunlukla kaybedenlerin toplandığı ve aslında herkesin içinde biriktirdiklerini hep bir elden kanalizasyona bıraktığı dehşetin büyüleyici dünyasıydı.
Yabancılaştırılarak soğuduğum hayatın, hiçbir çıkış kapısı göstermediğinin farkındaydım; aklımda ve ruhumda patlayan mayınların etkisini, “Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam…” cümlelerinde hissederdim; çünkü ben Charles Bukowski’ydim! Bukowski, John Fante’nin Bandini’si ile özdeşleşebiliyorsa, ben neden Henry Chinaski’nin ta kendisi olmayayım ki? Mayınlar parçaladıkça tüm öğretileri, ben ölüyordum ve yeniden doğmak için düşüyordum kadınların rahmine.
Yeraltı edebiyatından etkilenip, uyumsuz bir yaşam tarzı için Genet’in tuttuğu günlüğün bir benzerini hangimiz tutmadık ve hangimiz henüz aşık olduğumuz kimse olmamasına rağmen çorapları kaçan, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlara çok fena aşık değildik ki? Komşunun karısı, okulda öğretmenimiz, sıra arkadaşımız, yolda gözümün çakıştığı herhangi bir yabancı ile ilgili onlarca platonik aşk öykümüz vardı. Tuttuğum günlüğün bir sayfasına açık saçık erotik fotoğraflar yapıştırırken, diğer tarafına bu fotoğrafları canlandıran öykülerimi yazardım. Bu günlükleri zamanın karanlık bir noktasında anneme yakalattım. Sayfaları yırtılırken ilk kalp kırıklığımı yaşadım. Bedenimin ve ruhumun doyuma ihtiyacı vardı. Anlayamıyorlardı. Bol miktarda süpürge sapını, terlik topuğunu kafama yedikten ve saatlerce odanın birinde hapis yattıktan sonra gideceğim yol belliydi. Genet’in yaptığı seçimin bir benzerini yaptım, yazarın dediği gibi bu ne başkaldırma, ne öfke, ne de acı kaynaklıydı. Genet’in, sevişmek için bir yatak, bir oda özeni ile hazırladığı suç işleme güdüsünün aksine; ben profesyonel bir suçlunun tecrübesindeki dağınıklıkla hazırlıyordum sevişeceğim yatağı ve odaları! Kalp, beden, ruh ve akıl koleksiyonculuğum defterimin parçalandığı o eski zamanlarda başladı.
Hayatımın ilk kadını parayı çok seviyordu ve binlerce erkeğin konaklayıp geçtiği yatağı eskiyen aşklardan dolayı kirliydi. Ter ve sperm kokuları arasında ona acemi şiirlerimi okumak istiyordum, ama şehvet karanlık bir kaostu; içinde kaybolduğum! “Para! Daha fazla para!” Olanla yetinmediğinden ceplerimi karıştıran aç gözlü “sevgili” öğrenci olan acemi maşukunun, inkılap tarihi notlarının şiir olduğu yanılsamasını yaşadı bir an; Cumhuriyetçi milliyetçi, halkçı, laikçi devletçi ve İnkılapçı notlarının yazıldığı kağıt parçalarını hayal kırıklığı gözleriyle tekrar cebime koyup, elimi ağzına götürerek ısırdı. Kırmızının doyumlarında, gri yetersizlikler hissettirerek ve mavi acılar bırakarak düş dünyasına çekip gitti. Huzur hep küskündü benim gibi yerüstüne sürgün, ama vatanı yeraltı olan başka zamanların çocuklarına.
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI
*Başlık: Charles Bukowski’nin aynı isimli şiirinden.