Oyundan çok masallarla büyümüş, stratejilerden çok mucizelere inanmıştı. Masallarda stratejileri sadece kötüler kumpaslar kurabilmek, kötülük yapabilmek için kullanılırlardı. İyiler ise hep bir koruma altındaydı ve her zaman mutlaka bir mucize olur; içinde bulundukları durum ne olursa olsun ya bir öpücükle yada bir perinin sihirli değneği ile iyilerin içine düştükleri sıkıntılar bir anda kendiliğinden çözülüverirdi.
Büyüdükçe bir ara mucizelere inancı azalmış ve planlı programlı bir insan olma yolunda adımlar atmıştı. Sonra tüm planlamalara rağmen yolunda gitmeyen işler, ulaşılamayan dilekler, erişilemeyen zirveler nedeniyle ipin ucunu bırakmış, yaşamı geldiği gibi karşılamaya, gelen her şeye “hoş geldin” demeye karar vermişti. Sen ne planlarsan planla, evrenin gizemli bir düzeni vardı ve bir anda planlarını alt üst edebilme yeteneği en önemli özelliğiydi. Aslında bunun çok önemli bir nedeni olduğunu daha sonraları anlayacaktı.
Yeni nesil öğretilerinin de etkisiyle mucizelere yeniden inanmaya başladı zaman geçtikçe. Adına “kuantum sıçrayış” dedikleri şey her neyse, onu beklemeye koyuldu. Sanki bir an gelecek, birisiyle tanışacak, hiç gitmediği bir yere gidecek veya hiç ummadığı bir olayla karşılaşacak ve gördükleri sayesinde ya da tek bir kelimenin gücüyle yaşamında yepyeni bir aşamaya geçecekti. Beklemeye koyuldu bir yandan. Bir “ABRAKADABRA” diyen çıkacaktı elbette.
Oysa beklemek bu yaşamdaki zaman denen kavramla hiç de uyuşmayan bir eylemdi. O da beklerken elbette boş durmamaya karar vererek onu sıçratacak şey her neyse onu aramaya koyuldu. Ancak bilmediği şey, hiç bir şeyin anlık olmadığıydı. Anlık gibi görünen kararların ve aksiyonların arkasında bile eskiden gelen kalıpların, alışkanlıkların, niyet ve duaların etkisi vardı. Bunların üstüne toprak örtülmüştü sadece ve bir depremin ardından çatlayan topraktan fırlayıverdikleri için bu kadar anlık ve beklenmedik gibi görünebiliyordu her şey. Oysa onlar hep oradaydı ve sadece toprağın yarılmasını bekliyorlardı dışarı çıkabilmek için.
Yaşamdaki döngüselliğin bu kadar farkında olan biri olmasına rağmen anlık kurtarıcıların değil döngüyü tamamlayacak eylemlerin gerekliliğini nasıl olmuş da unutmuştu?
Yaşam uzun da olsa kısa da, sonuçta bir yolculuktu. Bu yolculukta eline bir sepet verilmişti herkesin. Yol üzerindeki kırlardan, ağaçlardan topladıklarını sepetine doldurması gerekiyordu insanın. Sepete bazen solmaya yüz tutmuş çiçekler, çürümüş meyveler de koyabiliyordun ya da zamanla bozuluyordu bazı topladıkların. Yapman gereken şey bunları fark edip yolculuğunun sonuna dek tazeliğini koruyacak ve seni hiç bir zaman aç ve mutsuz bırakmayacak nimetlerle doldurmaktı sepetini. Çürümüş ne varsa onları da atmak gerekiyordu elbette, yoksa sepetteki diğer nimetler de çürüme tehlikesi altında kalabilirdi.
Bir de bu yolculukta yol arkadaşları vardı her insanın yanında. Yola yalnız da çıksan bu yolculukta mutlaka yanına birileri katılıyordu. Bazen de sen birilerine eşlik ediyordun ister istemez.
Yolculuğunda ilerledikçe mucizelerden çok süreçlere güvenmesi gerektiğini daha fazla farkettiğini gördü. Süreç denen şey sadece iş hayatında projeleri ve işleyişleri düzenli bir şekilde yönetebilmek için değil asıl kendi yaşamının dizginlerini eline aldığın, sepetine neler doldurup yolculuğuna kimlerle devam ettiğinin bir ifadesiydi. Evet, her şey bu yolda kimlerle yürüdüğüne ve sepetine neler doldurup neleri sepetten attığına bağlıydı.
Her insanın kendi miracı vardı ve kimse bir diğerinin ayaklarının altına onu ulaşmak istediği noktaya fırlatacak bir trampolin koyamazdı. Mucize, senin kendi sürecinden başka bir şey değildi. Bu da öyle bir proje planı gibi kağıdı kalemi eline alarak hazırlanamıyordu. Kendi mucizeni kendin yaratıyordun ve bu defalarca tekrarlanıyordu aslında. Sen koca koca mucizeler bekleyedur, küçücük güzellikler serpilmişti yolun dört bir yanına. Sen onları sepetine koyabildiğin sürece senin oluyorlardı. Sen yakmazsan, kendiliğinden alev almazdı mumlar ya öyle bir şeydi bu da işte. Tabii mumu yakabilecek güç, bu sürecin tamamında edindiklerinle ilgiliydi. Yaşamın döngüselliği denen şey buydu işte; ektiğini biçerek ilerlediğin bir yoldu önündeki. Ve eğer aşamadığın bir güvensizliğin varsa o yönde sahip olduğun mucize de kendini gösterme şansı bulamıyordu.
Pencerenin önünde oturmuş dışarıda yağan karı izlerken düşündükleriydi bunlar. Yerinden kalktı ve yedi tane mum buldu evin içinde. Her birini tek tek yaktı. Yeni yıl ve yeni başlangıçlar için dilekleri ışıldadı her bir mumun alevinde. O yakmazsa hiçbir mum yanmazdı! Gerekli ortamı hazırlayamadığın, sürecini doğru yazamadığın hiç bir işte sadece bir kibrit çakmakla hiçbir mumu yakamazdın!
Evet, herkesin miracı kendine göreydi. Yolunu temizleyerek ilerlemek ve sonra da kendi mucizesine inanmak düşüyordu insanoğluna. Mucize dediğin dışarıdan gelen değil içindeki bilgenin sesini duyabilmekten başka bir şey değildi.
Mucize, kendisiydi.