Ulviye uyandığında;
“Aklım deli, yüreğim divane
Bana diyorlar deli divane
Ne büyür ne küçülürüm insanların hizasında
Mekânım Kaf Dağı’ndan ötede”
sözleri, kulaklarında çınlıyordu ki, bu aslında fevkalade mümkün bir haldi. Şüphesiz aylardır Mesnevi’yi okuduğu için, artık, gece ve gündüz düşlerinde, beyitlerce aşkı temaşa eder olmuştu. Lakin yataktan doğrulup kalkacak hâl onda ne gezer… Sağından soluna dönüp yumdu yeniden gözlerini. Acaba kaç kişi rüyalarına kaldığı yerden devam edebiliyordu onun yaptığı gibi. Ya hiç, uykusunda Mevlâna’nın dergâhlarını gören var mıydı gerçekten. Rüya görmenin sırrına ermeyi diledi Ulviye. Tüm kalbiyle diledi bunu. Çünkü o sırra ererse, rüyalarının kendi istediği gibi gerçekleştireceğine inanıyordu.
Bahariye yokuşu anne-kız turistler edasında bir solukta tırmanılmış; saygıdeğer kafa doktorunun muayenehanesine varılana kadar ağızlarını bıçak açmamıştı. Zaten Ulviye ne zaman konuşmaya kalksa annesi hemen susturuyordu. 13’ündeki Ulviye, hasta kabul odasında gözlüklerini çıkartmaya yeltendiğinde de Sena hanım kızın baldırını sağ elinin sağ başparmağıyla işaret parmağı arasına kıstırıverdi. Garibin gıkı bile çıkmadı çünkü maalesef alışkındı Sena hanım tarafından çimdiklenmeye. Yine de içindeki hırçın ve özgür ruh dile geldi bir kez daha; “hasta değilim ben”. “Değilsin biliyorum yavrum.. bu sadece bir tedbir.”
“Annecim tuhafına gelen rüyalar gördüğüm için mi geldik buraya? Oysa gördüklerimi sana anlattığım zaman ne kadar eğleniyoruz.” Ve bir çimdik daha… Sena hanım bu son çimdiklemeden sonra, dudaklarını Ulviye’nin kulağına yapıştırmış ve fısıl fısıl bağırmıştı o vakit; “Sus, sus. Ben senin iyiliğini istiyorum. Bakalım doktor ne diyecek. Uzaylılar, uçan çemberler falan, gaipten duyulan fısıltılı yabancı diller. Tozutmanın işaretleri olmasın? Bir tedavi yoluna gidelim, rezillik bulaşmadan.. ele güne karşı. Benim çocukluğumda komşumuzun bir kızı vardı. Ecinlileri görürdü. Öyle öyle çıldırıp gittiydi. Gerçi o durumda ehven-i şerdi. ”
“Nereye gittiydi?” diye kıkır kıkır sorunca Ulviye; tahmin edebiliriz ki bir çimdik daha yedi.
Elbette, içinden de kıs kıs gülüyordu Ulviye annesinin haline. İstedikleri kadar fıs fıs konuşsunlar, babası Hikmet beyin “Yapma hanım, uğraşma kızın rüyalarıyla.. pişman olacaksın bak sonra, götürme kızı doktora moktora.. bişeyciği yok onun. Fazla okuyor.. evet fazla okuyor tamam da, okumaktan zarar gelmez ki. Hayâl gücü gelişir. Dersleri de iyi. Geçen yıl okul birincisi oldu çocuk. Rahat bırak kızı.” dediğini duymuştu. Bu doğruydu. Okumak en büyük eğlencesi, kitaplar en harbi kankileriydi uzun bir süredir. Fakat bekleme salonundaki masada kitap yoktu. Sadece renkli, bol reklamlı mecmualar vardı. Daha da önemlisi, duvara bazı ünlü sanatçıların portre resimleri asılmıştı. Tablonun üzerinde “Ünlü deli dahiler” yazıyordu.
Fizikçi Einstein, ressam Leonardo, Salvador Dali, şair yazar Edgar Allan Poe, yazar Virginia Woolf , Hayyam, Mevlana ve Şems… ve daha bir sürü ünlü sanatçılar. Kafa doktoru ilginç ve tuhaf bir adam olmalıydı. Resmi asılı olan sanatçıların bazılarının yapıtlarından da birer örnek vardı duvarda. Dali’nin eriyen saatleri, Leonardo’nun, insan vücudundaki oranları gösteren Vitrivius Adam’ı, Poe’nun Kuzgun şiiri. Mevlana’nın dörtlükleri; Şems’ten deyişler…
Ulviye şiirleri okumaya o kadar dalmıştı ki sıra “kendilerine” geldiğinde annesinin onu epey sarsması gerekmişti. Annesi ona hep “kendilerine gel” derdi. Haklıydı. Çeşit çeşit kişiliklerle, farklı farklı coğrafyalarda gezinirdi rüyalarında. Beynimizin içindeki zamanla, saatlere göre yaşadığımız zaman ne kadar farklıydı. Ulviye düşünüyordu; Sena hanım ona yarı çatlak muamelesi yaptığına göre acaba günün birinde tam çatlak mertebesine erişip, bu sanatçılardan biri olabilir miydi? Kaderimiz doğduğumuz anda belirlenmiş miydi? Yoksa yaşadıkça kendi kendimize yazdığımız bir senaryo muydu? Hele hele, doktordan eve dönüş yolunda annesinin söyledikleri doğru olabilir miydi? Okuduğu kitaplarla, gördüğü rüyalar ne kadar çok benzer şeyler içeriyordu!
Ne ilahi bir adalettir ki; Ulviye’nin zaferiyle sona ermişti doktor macerası. Adam, Sena hanımdan, falancanın filancanın selamlarını almış fakat yorumunu ahbap işi yapmamış; “kızınız çok zeki, IQ testi yaptırdınız mı bilmiyorum ancak benim kişisel görüşüm üstün zekâlı bir çocuğunuz var, kıymetini bilin” demişti. Sena hanımın bu konudaki yorumu ise, Bahariye yokuşundan aşağı salınmış ve yankılanmıştı; “evet zekânla doktoru bile kandırdın, adam senin hasta olduğunu anlamadı. Şunu bil ki bir kadın için zekâ tek başına hiç de makbul bir meziyet değildir. Şimdi sen için için gülüyorsundur ama, ileride, çoooook ileride, çocuğun olduğu zaman anlayacaksın anyayı konyayı.”
Ruhunun hangi parçasıydı bedeninden kopup o gün solgun bir gülümsemeyle yere düşen ve tam ayaklar altında ezilecekken, küçük bir kız çocuğunun eğilip avucuna aldığı? Ulviye doktor meselesi yüzünden haftanın son okul günü felsefe dersini kaçırdığına hayıflanmıştı en çok. Gerisi boş.
Çünkü hayatlarımızda açan çiçekler felsefe kokar…
- Rüya
Ulviye geleceğe dair olumsuz bir tek satır yazamaz olmuştu. Çünkü defalarca yazdıklarının gerçekleşmesiyle şaşkına dönmüştü. Sözler büyülüydü sanki. Gözleri hayata kaçtı Ulviye’nin… Gözleri hayata kaçarken ruhunun bir parçasını da yanında götürdü…
“Ey rakkase saat, bilge zaman,
Yine küstürdün yelkovanı akrebe…
Hüzünle şüphe sevişirken durmadan,
Ney sesiyle ekliyorum gündüzleri geceye”
Kimin şiiriydi bu? Nereden takılmıştı hafızasına? Hangi rüyasında, hangi kişilikle yazmıştı. Hatırlayamadı. Zaman ve mekan yine yok oldu.
Gözlerini açtı ve zihninin ona oynadığı oyunları düşündü. Sağından soluna döndü ve rüyadaydı sanki yeniden. Oysa o saçma sapan gün hemen kalkmıştı yataktan. Oysa o malûm gün ilk aşkıyla yeniden buluşmuştu. Onunla el ele tutuşmuştu. Kolunu beline dolamasına izin vermiş ve kaçamak öpücüklerin, sevişmelerin heyecanını yaşamıştı. Bu düşüncelerle kalbi öyle güçlü atmaya başladı ki, beyninde nabzının sesi gümbürdedi sanki. Ulviye, rüya gerçekliğinde kalmak istediği rüyalardan birini daha görmüştü. Sonunu kendi yazmak istediği bir rüya…. Her uyandığında hayatının farklı bir zaman diliminde buluyordu kendini.
Fakat ne hazindir ki, aylar sonra, “benden öncekilerle” diye bir hesaplaşma başlatmıştı Harun. Öncekiler diye bir şey yoktu oysa. “Hem olsa ne olacak ki? Sen beni sevmiyor musun? Aylardır birlikteyiz, mutluyuz. Neyin hesaplaşması bu anlamıyorum? Namus, iffet, etik değerler nasıl olur da bu kadar sıradanlaştırılabilir.” diye sitem etmişti. O zaman Harun’dan aldığı cevap çok dehşet verici gelmişti Ulviye’ye: “Sen çok özgür düşünüyorsun kızım. Azınlıksın. Başka bir ülkede başka bir zamanda, belki gelecekte yaşayan biri gibisin. Aslında yüzde doksan dokuz katılıyorum söylediklerine.. ve senin düşündüğün gibi olmalı. Fakat ben evleneceğim kadını yüzde birin içinden seçeceğim.” demişti Harun ve o gün Ulviye’yi, Bahariye yokuşundan tırmandırarak “bir aile dostumuz” diye tanıştırdığı psikiyatriste götürmüştü. Üzerine basa basa da eklemişti; “Hiçbir şeyden korkmuyorsun aşkım. Korkusuzluk tehlikelidir. Deli cesareti var sende. Belki tiroidinde falan bir araz vardır. Hele hele et yemiyorsun! Bir Müslüman nasıl olur da et yemez.” Evet doğruydu bütün bunlar. Boğazı düğüm düğüm oluyordu Haldun’u dinlerken. “Korku sevgiye engel değil midir?” diye geçirdi içinden, fakat söyleyemedi.. çünkü sözler boğazındaki düğümlere takılıyordu.
Velhasıl, sadece kalbi değil, sanki ruhu da paramparça olmuştu Ulviye’nin; ancak Harun’un kalbini kırmamak için kabul etmişti bu utanç abidesi randevuyu. Salaklığa varan saflığıyla.
Muayenehane fazla değişmemişti. Duvardaki resimler de duruyordu. “Doktor bey, nişanlım, çok özgür düşüncelere sahip. Sinir sistemi bozuk olabilir mi acaba diye endişeleniyorum kendisi için; bir kızın böyle özgür düşünmesi normal mi? Haa üstelik et de yemiyor… Tuhaf bir kız, garip bir kadın.”
Doktor tanımamıştı, hatırlamamıştı birkaç yıl önce, annesinin “acaba deli mi bizim kız” diye getirdiği Ulviye’yi. Psikiyatrist, iki sevgiliyi uzun uzun dinledi ve sonra Harun’a; “nişanlınızın bir rahatsızlığı olduğunu düşünmüyorum. Fakat bence sizin hayata dair “aşama” kaydetmeniz, dünya görüşünüzü biraz daha geliştirmeniz gerekmekte.” demişti. Birkaç yıl arayla ikinci zaferi olmuştu bu Ulviye’nin. Genç kalbine sonbahar hüzünleri estiren anlamsız zaferler.
Muayenehanenin kapısında yollarını ayırmıştı ilk aşkıyla. “Sana yüzde bir içinden seçeceğin, henüz tanışmadığın fakat benden çok sevdiğin, ya da seveceğine inandığın müstakbel karınla mutluluklar dilerim” demişti ayrılırken. Üç gün ne işe, ne okula gitmemiş, yataktan saatlerce çıkmamış, sadece rüya görmüştü. Her telefon sesi, kalbinin ve beyninin içinde yankılanmıştı. Babasından ve Sena hanımdan gizli gizli sigara içmiş, hatta avucunun içinde söndürmüştü sigarayı. İçi su dolu baloncuğu iğnenin ucuyla patlatmıştı. Yine de duygusal acının yerini almamıştı fiziksel acı. Sena hanımın, babasına bir ara fısıl fısıl “yine iyi saatte olsunlara karıştı senin kız” dediğini duymuş ve şiş gözlerini sıkı sıkı yummuştu. Şair arkadaşı Nilgün, onun bu bedbaht halini görünce; “çok fazla anlam yüklüyorsun” dedi. Haklıydı… Bu tür duyguların tümü zaten anlam taşıyan bir yük gemisi değil miydi? Fazladan yüklenen anlam da gemiyi batırmıştı işte.
Hem annesi, hem Harun; onu çok sevdiklerini söyleyen iki insan da haklıydılar belki de. Deliydi o. Kafa resmi ve belki bir şiiri bir gün doktorunun bekleme salonundaki tabloda yer alacaktı. Deliydi o. Özgürlüğe inanan, çok okuyan, avucunda sigara söndüren, rüyalarında Meksikalı büyücülerle sohbet eden bir deli.
Çünkü aşk, hayatımızın, felsefe kokan en sarp kayalıklarında korkusuzca açan nadide bir çılgın çiçektir…
- Rüya
“her dağın yücesinde
bir rüya taşı varmış
yaslanırsan aşka erermiş başın
kuytu uğultusunda
tenine bulut değer
sanırmış da insan
yar gönlünü okşarmış
gecenin alacasında
kendine kahraman
doruklarda
rüzgarın şarkısı gibi
hep o olur duyulan:
senin kalbinin
içindeki bestem…
dün unuttuğun
bugün artık bilmediğin
yarın yeniden tanışacağın
dağa varış
dağda uyanış
dağa inanış
geri dönüştür
yaşama”
Ulviye kendi gözlerinin içindeki rüya uçurumunun derinliklerine düştükçe düşüyordu. Bu düşüş aslında hakikat denizinde yüzmeye benziyordu. Uzak diyarların göçebesiydi yıllardır. Yattığı yataklar, şamanik bir rüya teknesi olmuşlardı. Ulviye için, uykunun amacıydı rüyalar. Kaç kez alabora olmuş, kaç kez zifiri karanlık kâbuslara batmış da sonra cennete benzeyen ıssız adaların sahillerinde bulmuştu kendini. Güneşte kuruttuğu kanıyla yamamıştı sandalını. Zaman zaman gözleri hayata kaçsa da, içindeki ebedi hüznün şifasıydı rüyalar. Son rüya diye bir şey yoktu. Hepsi birbirinin içine geçmiş, ezel ebet hikâyesiydiler.
Zaman kavramı farklıdır rüyada aynı uzaydaki gibi. Gözleriniz şahin ve kartal gözüdür; burnunuz tazı, kulaklarınız tilkinin ki kadar hassas, düşünceleriniz karga ve kuzgununki kadar bilgedir rüyalarda.
O sefer; caminin berisindeki yamaçtan aşağı yuvarlanırcasına inmişti. Köpeklerin zehirlendiğini duymasıyla birlikte, fişek gibi fırlamıştı evden dışarıya. Ege’nin mavi suyu koca bir göl gibi kıpırtısız duruyordu sahilde. Dalgıç Avni kıyıda çömelmiş, elindeki kargıyla denizi dövüyordu. “Kahpe.. kahpe” dediğini duymuştu sanki, önemsememişti… Aklı fikri köpekciklerdeydi. Bir solukta kahvelerin önüne vardı. Zehirlenmiş köpeklerin ölülerinden oluşan bir küme vardı iskelenin hemen başında. O kadar sakin ve kıpırtısızdı ki deniz, iskeleye bağlı teknelerin yansımalarına ayna oluyordu. İçinde tarifi güç bir çaresizlik burgulanmıştı o an. Gözlerinde biriken yaşlar yağmur damlalarına karışıp acı kokan toprağa aktılar. Bir evin bahçesinde salıncağa binen küçük kızın kafasının üzerine oturuyordu ondan birkaç yaş büyük bir oğlan. Kızın gıkı bile çıkmıyordu. Aynı bahçedeki, iri bir horoz da üzerine çullandığı tavuğun sırtında tüy bırakmamıştı. “Böyle başlıyorlar işte tepemize binmeye” diye düşündü Ulviye. Gülmemek için zor tuttu kendini.
“Yazıktır yahu! Katliam bu! Yapacak başka işiniz yok mu sizin?” diye bağırmıştı köyün delikanlılarına; ellerinde zehirli et parçacıklarıyla hala cılız bir köpek yavrusunun peşindeydiler cahil ve vahşice. Ulviye hemen, yerden taş alıp köpeğe doğru fırlatmaya başlamıştı; “hoşt.. hoşt.. hoooşt” diyerek.. kaçsın.. kaçıp gitsin ki yemesin zehirli lokmayı. Belki de o gün bu toplu imhadan kurtulan yegane köpekçik o olmuştu.
Hafiflemiş de olsa yağmur günlerdir durmaksızın yağıyordu. Mevsimler adeta yer değiştirmiş, zamanın aşırı hızlandığı sıkça konuşulur olmuştu. Bir tepecik oluşturan köpek ölülerine çaresizlik içinde bakakaldı. Aralarında “benzin döküp, ateşlemekten” söz ediyorlardı. Bu köyde ne zaman kaybedilmişti Sysyphos ve Prometheus’un uğruna kendilerini feda ettikleri insanlık! Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Kâbustan kaçarken kayınpederine denk geldi yokuşun başında. “Ne işi vardı kadın başına yalıda? De git çabuk evine bakem”e yanıtı “evlendikse esir olmadık” olmuştu. Kayınpederin Canavar lakaplı adaşı “vaaaay, delikanlı gelin almışsın ağam” deyiverince gelincik gibi kızardı yüzü berikinin. Ulviye çoktan yokuşu düzlemişti. Bir celsede boşayamamıştı Kayınpederinin oğlunu. İki ya da üç celse sürmüştü dava…
Aklına Prometheus ve Sysyphos efsaneleri geldi. “Salak Sysyphos, o kayayı boşu boşuna sürekli sırtında dağın tepesine taşıyacak yerde, gidip Prometheus’u zincirlerinden kurtarsaydın ya!” diye güldü içinde.
Belki aslında sadece rüya görmek için doğmuşuzdur… Kim bilir…
- Rüya
Dalgıç Avni halâ denizin kıyısında “çömmüş”, suyu dövüyordu. Bu kez “kahpe” deyişini daha net duydu. Adam, durgun denizi kargıyla hırpalarken, onu bu vurgunlu hayata hapseden öfkesini dile getiriyordu besbelli. Dalgıç Avni denize vurgundu ve deniz de onu vurmuştu. Kahpe sözcüğünün aslında bir gece öncesiyle ilgili olduğunu farketti Ulviye. Bu adam meyhanede sözle taciz etmeye kalkışmamış mıydı onu? Ne hazin bir film karesidir ki bu. Yıllar geçse de bitmez?
O yıl dönmüştü Bodrum’a. Yedi yıl süresince, Mindos kapısından geçmeyi unuttuktan sonra… İlk gençliğini yaşadığı bu çok sevdiği beldeyi yıllarca kendine yasaklamıştı. Sonra, adeta şaman işaretli gibi bir kuzgun, bir kılavuz gibi rüyasının izini sürmüş ve buraya ruhunun kayıp parçalarını bulup kendini şifalandırmaya gelmişti. Küçük bir kümes dolusu civciv, bir iri koç ve bir koca un çuvalının da insanların arasına sıkıştırıldığı minibüsten, yolun üstündeki tepede indiğinde, bir an sağır olduğunu sanmıştı. Öylesine inanılmaz bir sessizlik vardı ki doğada, şehirden sonra kulaklarınızın kendine gelmesi için zaman geçmesi gerekiyordu. Tepede öylece durup sessizliğini dinledi doğanın. Ve sonra kuş sesleri, böcek sesleri, arı vızıltıları duyulmaya başlandı.
Zaman ve değişim birbiriyle yarış halindeydi her yerde. Annesinin intihar haberini de burada almış, epeyce ağlamış, gözlerinden içindeki okyanusun suyunu akıtmış, sayfalarca şiir yazmıştı. Harun’u da burada yeniden düşünmüş, yeniden gönülden affetmişti. Yüzde birlik karısının, artık aile çatısı altında birlikte yaşayamayacakları kadar keçileri kaçırmış olduğunu duymuştu. Herkes kendi aklının çobanıydı bu dünyada…
Köylünün “Çatlak kısa” lakabını taktığı Ulviye eve dönüş yolunda malum gecenin vuku bulduğu balıkçı lokantasının önünden geçerken, Mehmet Kaptan yolunu kesti. Ulviye’yi görür görmez, kendisini lokantanın kapısındaki üç basamaklı girişten kumların üzerine atarcasına fırlatmıştı. “Bacım…” diye başladı söze, “kurban olam küsüp de mekânımıza gelmemezlik etmeyesin Dalgıç’tan ötürü… Verdik biz onun ağzının payını gayri. Bir daha laf atamaz, kaş göz falan da etmez, edemez sana..” Ulviye’nin teşekkür etmekle etmemek arasında geçen tereddüt süresinde ekleyiverdi Mehmet Kaptan “hem.. o kaş göz yapsa, laf atsa da ne çıkar ki; onun belden aşağısı vurgunludur zati; anlarsın ya.. tutmaz onun şeysi.. belinden aşağısı!” Bu cümle üzerine daha fazla konuşamamıştı Ulviye. Yüzünde yarı donuk bir gülümsemeyle kumları ezerek yürümüştü. “Vurgunlu” Dalgıç Avni tehlikesizmiş. İstediği kadar kaş göz edip, laf atabilirmiş kadınlara, kızlara… Kahpeydi bütün denizler.. bütün kadınlar da.
Gümüşümsü bir gri renk hakimdi kıpırtısız karasevdasına ve gök yüzüne. Gökteki bulutlara ayna ve dalgıça kahpe bir yâr olmuştu deniz. Akşam apar topar atmışlardı lokantadan; Ulviye’ye sarkıntılık ettiği için. İçi tuhaf tuhaf burkuldu Ulviye’nin. Dalgıç, bir daha süngere dalamayacaktı ve bir kadını öpemeyecekti bile belki de… Herkes kendi kıyametini yaşıyordu işte.
Artık kaç yaşında olduğunu bilmeyen Ulviye, eve varıp bütün boyalar bitinceye dek resim yapmak istedi. Bu köyden başlayarak bütün Dünya’yı yeniden boyamak, bütün insanları yeniden çizmek ve yepyeni renkler vermek gerekti. Dalgıç Avni’nin felek grisi kahpe denizini melek mavisine boyarken arkadaşı Şermin geldi. “Ölmeden ölmek” istiyormuş. “Bırak şimdi tasavvuf ilmini. Onu akşam bizim felsefe öğrencisi Özgür gelince konuşuruz. Sen niye geç kaldın, onu söyle?” diye sordu ona. Şermin hayatı boyunca beyaz yalan bile söylememiş olmakla ünlüydü. Tam çıkarken çişi gelmiş. “Çöğdürmek için içeri dönerken, benim kedi yemeğini bitirmiş kendini yalıyordu. Çıktığımda ise kendini yalamayı bitirmiş, yavrularını yalamaya başlamıştı.. demek ki üç dakika kalmışım tuvalette. Üç dakikanın hesabını mı soruyorsun benden? dedi. Kahkahaları kıyıdaki yalıçapkınlarının kuyruklarını titretti. Gülmek, hüzünleri sıcak suya düşmüş şeker gibi eritiyordu. “Kedi saati mi kullanıyorsun! Manyaksın sen” diye bağırdı Ulviye. Kendi lafına en çok kendi güldü. Şermin’se ciddi ciddi yanıtladı onu; “Her kediye göre değişir tabii, benim kedinin kendini temizlemesi iki buçuk dakika sürüyor. Kedilerin bambaşka bir dünyaları var: bilirsin. Aralarındaki konuşmalar, oynaşmalar, bakışmalar, koklaşmalar hepsi bir başka alemin varlığının görsel kanıtı.” Şermin sinemacı olduğu için her şeye görsel bakan müthiş bir insandı. Bu kez o sordu; “Ne konuşuyordun sen rüyanda imamla söyle bakalım? Önce boşandığından, sonra da Amerika’dan döndüğünden beri bir tuhaf davranıyorsun zaten.”
“Yok canım! Bir kere orası Güney Amerika’ydı. Oldukça farklı sayılır. Ya sen?? Elinde kamera benim rüyalarımı kayda alıyorsun sanki yıllardır. Anlamadın mı, çözemedin mi daha beni. Asıl boşanmasaydım ve Güney Amerika’dan dönmeseydim ne tuhaf olup, ne kadar tuhaf davranırdım kim bilir. Annem için dikeceğim ağaç fidesine hangi duayı okusam diye sordum imama laf olsun diye. Babamınkinin yanına dikeceğim. İki meşe palamudu yan yana büyüyecek. Mezarlarından çaldığım toprağı serpeceğim çevrelerine. Sonra da Sena hanımla, Hikmet beyin gölgelerinde oturup, yaptığım gelincik şurubundan içeceğim.” “Alkol varmış gelinciklerin çiçeklerindeki siyah kısımlarda. Çıkarttın mı şurubu yaparken” diye sordu Şermin. “Yooo çıkartmadım. Çünkü Hayyam okuyordum şurubu hazırlarken. O kadarcık alkol yararlıymış.”
Onlar Şermin’le hasbihâl ederlerken kapı vuruldu. Gülşeker gelmiş. Yan komşunun kızı. Elinde süt ve yumurta. Denizden bile saf Melek mavisi gözünün altı yine mor menekşe rengi. Ağzının kenarında mavi bir gül açmış. Yine eziyet görmüş belli. “Bizim inek çoğaldı da” dedi. Şermin “aa öyle mi, kaç tane ineğiniz var, yeni gelenle” diye sorunca, Gülşeker yerlere yatacak neredeyse, iki büklüm oldu gülmekten. Sanki eziyet, sadece günlük hayatın bir parçası; ocakta çökelek, ekmek, süt pişirmek gibi… “Yok yok, yeni inek yok, inek bir tane, bir inek çoğaldı diyom, gebeydi de, buzağıladı diyom”. Kapının önünde bir şenlik bir kıyamet. Gülşeker elindekileri uzattı “Anız getirdim size, şekerle karıp yersiniz diyecektim”… İçeri çaya kahveye buyur ettiler Gülşeker’i; “Iııh” girmedi. “Kaçağa gelmiş.” Öyle diyor ve gülüyor. Bekâretini, kaçağa gidenlerin peşine yollanan yavuklusunun postallarının sesiyle birlikte, Doğu’nun bilinmez dağlarında yitirdikten beridir her şeye güler olmuş Gülşeker. Yüzünde açan mavi gülleri sever olmuş. “Bubası” damda buzağı yerleştiriyormuş. Tez dönmezse “bi küfe laf “ edermiş. Evi bilem süpürmemiş daha. Zaten üç aylarmış; niyetliymiş…
“Belki de bazen, doğduğun an; hiç yaşamadan ölüme niyet ediyorsundur” diye düşündü Ulviye içinden. Sonra aklındaki konu değişsin diye, “Buzağı Koç burcunda doğmuş senin gibi” dedi, Şermin’e. “Buzağıların burcu olmaz” dedi Şermin. Neden olmasın ki… Kedilerin, köpeklerin, kuşların, bütün canlıların ve bütün bitkilerin, meyvelerin ve çiçeklerin de burcu vardır belki de. Ağaçların kendi müzikleri, besteleri bile var. Konuştukça konuştu Ulviye, kimse dinlemese de, duymasa da, görmese de.
Şermin, Ulviye’nin yine kendi baloncuğu içine çekildiğini görünce sessiz sedasız gitmişti.
Doğaydı rüyanın gerçek dostu. Her gece uykunun gayya kuyusundaki okyanuslarda yüzerken, dürüstlüğü tenine dikmişti Ulviye. Çok canı yanmıştı dikerken. Bu hakikât oyununda rol alan bütün kadınların acılarını teninde hissetmişti. Ve deliliğin aslında bir armağan olduğunu.
“Bak, bu yıl da kıyamet kopmadı. Hepsi bir rüya bunların” diye seslendi evin yanındaki yamaçtan geçen yerli turist. Tanımıyordu. “Dünya’nın sonu gibi görünen birçok şeyin hayatımızın başı olduğunu öğrene öğrene büyüyoruz üstat” diyerek gülümsedi tanımadığı adama. O da Ulviye’ye gülümsedi. Öylece geçip gitti yanından. Kıyam ettiğimiz birçok anı gibi…
Çünkü hayat bazıları için gerçeğin beşiği, ölümün eşiği ise de, aslında ölümün beşiği, hakikatin eşiğidir ve o eşik her gece rüyalarda aşılır…
Son Rüya
.99 yaşındaki Eskihisarlı nine canlı bir tarih gibi dikiliyor insanın karşısına. Yüzünde köyünü terk etmeyen tek kişi olmanın gururu var. Elinden tuttuğu torununun torunu 10 yaşındaki kız çocuğuyla aynı boy ve aynı kiloda Eskihisarlı nine. Hakikat nedir diye sorsanız bir anda anlatmaya başlayacak gibi bakıyor donuk Melek Mavisi’ne çalan gözleriyle.
Sen çocukken her şeyi anlar ve görürsün. Bu farkındalık yüreğine tropikal iklim kuşağının ürkütücü ve büyüleyici tüylü bir yılan gibi çöreklenir. Onunla, bu gerçeklikle birlikte yaşamaya, büyümeye alışırsın. Çatapat patlatmanın verdiği duygunun kırıntılarını bile yakalayamaz olursun. Büyüdükçe, kar helvası yemeyi unutur gibi unutursun kalbindeki farkındalık acısını. Tadı her zaman hafızanda kalsa da… Yenileri birer birer çöreklenirken, acı senin bedeninin bir parçası olur. Bilgiç zaman bilge zamansızlığa yenik düşene dek.
Unutma! İnsan olarak adlandırılan memeli türü, teknolojiyle sosyalleştikçe fiziksel ve ruhsal olarak hastalanmıştır. Yapısı gereği bulunduğu ortama; buna sosyal, sınıfsal ortamlar da dahil; uyum sağlama özelliğine sahiptir aslında; aynı bir bukelamun gibi.
Belki de senin yanılgın buydu: Herkesin kendi yaşantısının politikası çerçevesinde var olduğunu yok saymak. Herkesi sadece olduğu gibi, insan olarak algılamak. Üstbenliklerine odaklanmak. Ancak bu yanılgı aslında insanlığın, bireysel ego denizini aşıp, sevgi adasına varmasıydı. Senin farkındalığındı bu.
Eğer birazcık da olsa farklıysan, insanoğlu ve insankızının yargılama konusunda çok cömert davrandığını hemen öğrenirsin. “Bir tercihin olmalı. Ya rengini hiç belli etmeden sakıncasız bir ot gibi yaşayacaksın ya da bir ucube siyasiler kimliğinin seni öteki ucubelerden koruması gerçeğini kabulleneceksin. Ya kendi kendine sahip olacaksın; ya da siyasi bir sahibin olacak.” Bunu bir meslektaşı hatun kişi söylemişti kıkırdayarak.
Yolun sonunda madalya, alkış, takdir, cennet falan yok. Vaadsizce, olduğun gibi olmanın ödülünden başka bir özgürlüğün yok. Hiç kimse sana, uyumlu, cici, bici, ahlaklı olduğun, gizlice ya da hatta göstere göstere öpüşmediğin, samanlıkta sevişmediğin, özgürce yaşamadığın, kurallara yüzde bin beş yüz uyduğun için armağan vermeyecek. Kendi kendinin armağanısın. Dürüst ol kendini kazan…
Üstelik sırf bu yüzden, sadece ve sadece dürüst olma inadın yüzünden, çoğunluk tarafından dışlanabilirsin. İnsanlar farklı olandan korkmaya koşullandırılmışlardır çünkü…
Öğrenilmiş çaresizlik ve öğretilmiş gaddarlık; sado mazoşist bir ilişki içinde, pusuda bekler ve canına okumak için fırsat kollar. Saflığın tehdit oluştururken yalnızlaşır kalbin. Aşık olmak, aşkın kendisine ihanete dönüşür.
Bizim çocukluğumuzun zaman kavramı, günümüzdekinden farklıydı. Her ne kadar, ev içine hapis olmuş, bir oyuncak fukarası fakat bir o kadar da hayal zengini olan çocuk için, oyun içindeki zaman değişik olsa da; günler çoğunlukla geçmek bilmezdi.. saniyelerin dakika, dakikaların saat olması çok uzun sürerdi. Gerçek dünya, beni eteğimin ucundan çekip yere indirene dek gezindiğim evrenlerde uzardı zaman.
Çocukların yaratıcılıklarının büyük bir gerçeklik olduğu tartışılamaz. Saf, bozulmamış, hakiki yaratıcılıkları var bu minyatür insancıkların. Hayal dünyalarındaki o muhteşem zamansızlık, olağanüstü kahramanlar ve mekansal zenginlik uzayın derinliklerine dek genişler, renkli sonsuzluğa akar.
Benim de öyleydi. Hele ki o geçmek bilmeyen zamanlarda yapayalnızken. Kendi çocuk gözlerimden gördüğüm ve var sayarak yarattığım dünyalarda gezerdim. Orada istediğim her şeyi yapabilme özgürlüğüm vardı. Bu özgürlüğü değerlendirerek, okuduğum kitaplardaki bütün kahramanlarla tanıştım. Hatta aralarından bazıları, beni elimden tutup büyücülerin hayal dünyasının içine soktu.
Hayallerini unutmuş yetişkinlerin, ancak iznim dahilinde, onlara verdiğim rollerle sınırlı olarak girebildikleri o uçsuz bucaksız dünyalarımda, her şey alabildiğine uyumluydu. Kuşlar, kediler, köpekler, kertenkele kralları, kaplanlar, hatta fareler akraba; örümcekler uzun bacaklı arkadaşlarımdı.
Sokaktan macun şekerci, dondurmam kaymak, pamuk ya da horoz şekerciden birinin geçmesini, boynuma iple astığım ortası delik paralarla ve iştahla beklerken, radyoda Orhan Boran ve Yuki, arkası yarın dinlerdim. Gözlerim kapalı, ses ve efektleri; adeta izler, hayalimde olayların olduğu mekanı canlandırırdım. Ahşap köşkün boyunu aşan yüksek ulu çam ağacının eteklerine düşen fıstıkları toplamaktan kararmış parmaklarımı sürdüğüm yüzüm beni geleneksel, şamanik bir dansa hazırlanmış yerli çocuklara benzetirdi.
Bilirdim ki, çocukların hayalleri dış dünyanın yetişkin ucubeleri tarafından kirletilemediği ölçüde biriciktir. İnsanoğlu ve insan kızının, arayışta oldukları hakikat, çocukların hayal dünyalarında gizlidir. Bugün, çocukların yaratı dünyalarını ellerinden almak için kurulmuş koca bir hayal emici sanayi var sanki. Hayalleri ve yaratıcılığı emiyorlar, elektronik oyunlara dönüştürüyorlar ve çocuklardan çaldıkları fantastik dünyaları onlara yeniden pazarlayarak, çocukların sırtından para kazanıyorlar.
Bir kız çocuğu formunda doğmuş olmanın, keyifsizliklerle dolu anları, günleri, ayları yaşatacağını öğrenmeye çok küçük yaşlarda başlamıştım. Pipi olayı çok önemsenen bir durumdu. Hele hele o pipinin ucundaki deri parçacığının üç büyük dinlerden ikisinde geçerli olan sünnet adı verilen bir törenle kesim olayı yok muydu! Çocukluğumun hüzünlü günleri, düğünlü dernekli, şarkılı türkülü, araya sünnet çocuğunun çığlıklarının da zaman zaman karıştığı bu törenlerde sıkıntıdan patlayarak geçmişti.
Yıllardır Anadolu’nun üzerini kaplayan cinnet beyazlığının, ruha verdiği sıkıntının gölgesi var bir de. Yüzümde bütün Anadolu kadınlarının tarih boyunca yaşadıkları sevinç ve mutluluk, kalbimde çektikleri acı. Artık, bugün, türban takan kadınlarda ortak bir çizgi görüyorum. Bir tür başkaldırının verdiği kendine güven. Yapılmaması gerekene, yapılması yasak olana karşı bir başkaldırı. Bu kendi kendine doğrultulmuş silaha benzeyen başkaldırı, onlara sahte bir özgürlük hissi veriyor sanki.
Öylesine dolmuşum ki yıllardır; sürekli, o fikirden ötekine uçuyordu beynim. “Bir bar açıp, adını da Amentü koysak” ne olur diye soruyorum caminin hocasına. “Olmaz” diyor. “Niye olmazmış? Dini sözcükler bar ismi olarak kullanılamaz diye bir kural mı var yeni Anayasa’da hocam?” Diyorum ve sürdürüyorum, “şöyle Şeytan Kırmızısı bir kapısı olacak barın, kapıda Cin Beyazı giysili gece bekçisi; içeride yine İblis Yeşili cübbeleriyle barmenler… Cadı Mavisi bir dekor. Bütün içkiler sek içiliyor, katıksız; yalanlar da dahil. Doğru söylemek yasak. Katıksız yalanlarıyla bütün Dünya’nın politikacıları bu barda mafya babalarıyla kadeh tokuşturuyor. Libido çok yüksek çünkü bara girmek için de Melek Şeffafı giyinmek zorunlu…” “Nesin sen böyle?!” diye azarlıyor hoca beni. Caminin kapısı ürkütücü büyüklükte. Hocanın sopası var. Deli olmanın şahaneliğini iliklerimde hissederek gülümsüyorum evrene.
Yıllar böyle geçip gitti ve adamın biri gelip birlikte aynı rüyayı görmeyi önerdi bana. Niyetimizle bütünleştik. Gördük. Sonra ben o rüyadan uyandığımda adam gitmişti. Ben de gözlerimi kapadım ve yeniden o rüyayla; bir daha uyanmamak üzere büyücüler dünyasına daldım. Kartal olup uçtum.
Biriyle aynı rüyayı gördünüzse şayet: asla bir daha uyanmayın. Döngü ancak böyle kırılır.