Çok yakın zamanda, İstanbul’un gözde semtlerinden birinden, İstanbul’un hiç de gözde olmayan semtlerinden birine taşındım. Taşınmak zorunda kaldım diyelim. O “gözde semt” –ki gözdeliğini Rantsal Dönüşüm’e çoktan kaptırmıştı- bana bir zamanlar pek çok olumsuz deneyimi getirmişti. Cennetim olacağını sandığım yer toz, kir, gürültü, kalabalık, bağırış ve mutsuzluk olarak hayatımı kaplamıştı. İlginç olan şey ise, oranın cennetim olmasını öyle çok istemiştim ki, oradan kopmamak için binbir bahaneye tutulmuştum.
Sonra bu pek de gözde olmayan semte geldim. Gelirken ne yalan söyleyeyim; endişelerim vardı, korkularım vardı, baştan kırık olan hayallerim vardı. Fakat bambaşka bir dünyayla karşılaştım. Çıt çıkmayan bir ev, yemyeşil, güzel bir manzara, çevrede keyifle, huzurla, güvenle oynayan cıvıl cıvıl çocuklar, inanılmaz eğitimli, kültürlü, düzgün bir insan profili. Ve huzur. İçimi kaplayan ılık bir huzur. İşte bir anda cennetim burası oluverdi.
Bunları deneyimlediğim bu günlerde, aklıma iki anım geldi. Cennet ve cehennem deyince zihnimde beliriveren iki anı.
İlkinde Floransa’daydım, Senyorlar Meydanı’nda, çok güzel bir cafede oturuyorduk ailemle. Müthiş bir atmosfer, sanki bir film seti. Meydanın ortasında bir soprano, hiçbir hoparlör-müzik aleti olmadan arya söylüyor. Öyle güçlü bir sesi var ki masamızdaki camlar titriyor. Tüyleri diken diken eden, mucizevi bir an.
Yan masamızda yine Türk bir çift var, çok gençler, belki 30’larında bile değiller. Belli ki varlıklılar, masalarında bir sürü alışveriş torbası, kadın müthiş bakımlı, adam yakışıklı. Ama bir aksilik var. Kadın ağlıyor. Sürekli kavga ediyorlar ve kadın bu muazzam an’ı bırakmış, ağlıyor. Adam kadına söyleniyor.
Cennet gibi bir an’ın içinde cehennemi yaşıyor ve yaşatıyor…
İkinci anımda ise Bolonya’dayım. Bolonya nispeten küçük bir şehir, özellikle fuar zamanlarında canlanan, pek de görülecek yeri olmayan bir yer. Minik, şirin bir meydanı var. Meydanda biz de bir cafede oturuyoruz yine, bu sefer annemle. Meydanın ortasında bir çift dikkatimi çekiyor.
Avrupalı oldukları belli olan bu çift meydanın ortasında, taşın üzerinde oturuyor. Ellerinde birer su şişesi, yanlarında bisikletleri. Kadının mutluluğunu hala dün gibi hatırlarım. Kahkahalarla gülüyorlar, birbirleriyle öyle keyifle, öyle mutlulukla konuşuyorlar ki gidip sarılasım geliyor. İşte orada, hiçbir şeyin ortasında, taşın üzerinde cenneti yakalamışlar. Cennetlerinde yaşıyorlar.
Yeni evime geçince tekrar anladım ki cennet de cehennem de içimizde. Biz nerede huzurluysak, nerede mutluysak aslında cennetimiz de orada. Ya cennetimizi taşırız beraberimizde, ya cehennemimizi.
Seçim bizim.
Ve ben cenneti seçtim!