Bazen düşünüyorum… Bunca karmaşa koşuşturma içinde gerçek anlamda kalbimize dokunan şeyleri ne kadar hissedebiliyoruz? Ya da sadece kendimizi günlük rutinimize kaptırıp birçok şeyi gözden mi kaçırıyoruz? Peki gerçek anlamda yaşadığını hissetmek hangisi?
Küçük kasabalarda yada şehirlerde yaşayan insanlara bakın daha samimi daha içten daha art niyetsiz olduklarını fark edersiniz. Tabii bütünsel bir genelleme yapmak çok doğru değil fakat yine de oralarda yaşayanlar arasında böyle insanların çoğunlukta olduğunu görebiliriz. Çünkü küçük kasabalarda hem zaman bu kadar hızlı akmıyordur hem de şehir hayatındaki kalabalığın yaratmış olduğu olumsuz etkiler küçük kasabalarda daha azdır diyebiliriz.
Peki metropol hayatı yaşayan insanlara baktığımızda aynı samimiyeti bekleyebilir misiniz yada yakalayabilir misiniz? Çoğu zaman mümkün olmayabiliyor. Bana göre bu şehir hayatının gereksinimlerinin ve hızının fazla olmasıyla beraber birazda bizlerin buna izin vermesiyle alakalı bir durum.
Şehrin parıltılı ışıkları arasında bazen kendimize bile kör olabiliyoruz. Büyük şehirlerde hayat o kadar hızlı akıyor ki hep bir şeylere zamanımızın olmadığından yetmediğinden bir şeyleri yetiştirmek için koşturup durduğumuzdan yakınıyoruz. Bırakın görmeyi ve görmek istemeyi çoğu fark etmemiz gereken şeyi bile görmezden gelip, kayıtsız kalıyoruz. Sanki uyuşturucu etkisindeymişiz gibi, etten kemikten robotlarmışız gibi… Akışa kaptırmak böyle bir şey değil arkadaşlar 🙂 Kendimizi akışa bırakırken yüzdüğümüz suların serinliğinin, gökyüzünün güzelliğinin, güneşin sıcaklığının ruhumuzda nasıl izler bıraktığını hissetmeye ihtiyacımız var.
Zaman hepimiz için farklı akar. Albert Einstein’ın izafiyet teorisindeki gibi 24 saatten oluşan bir gün bazılarımıza aylar yıllar hissi yaşatırken bazılarımıza saniyelik gelir. Zaman ruhumuzla etkileşimde olduğu süre kadar bize hızlı yada yavaş akar… Aynı şekilde çok hızlı giden bir trenin içinde trenin ne kadar hızlı gittiğini hissetmeyip, aynı trene dışarıdan bakan birinin trenin ne kadar hızlı gittiğini görebilmesi gibidir.
Ben bunu gözlerimizi kapatıp içimize döndüğümüzde ruh ve bedenimizin etrafında her şeyin akmaya devam edip, kendi içimizde zamanı daha yavaş işletmeye benzetiyorum.
Hayatta bir şeylere yetişme kapasitemiz de sadece bizim ruh yorgunluğumuzla alakalıdır.
Fakat geminin kaptanı biziz. Arada bir dümeni bırakıp gemimizi sakin sularda demirleyip denizin sesine kulak vermeliyiz.
Kalbimize dokunacak olan 2 çift söz , şiir, şarkı, resim sizi motive eden her ne varsa ona odaklanmak ve sakin geçirdiğimiz birkaç dakika gemiyi tekrar sürebilmek için bize güç verir.
Bunlar herkesin bildiği fakat ben dahil hepimizin bazen görmezden geldiği ihtiyaçlarımız aslında. Ne kadar farkında olursak ve bazen kendi içimizde zamanı ne kadar yavaşlatırsak, yetişmemiz gereken her şeye daha fazla enerji ile adapte oluruz.
Şu an bu yazıyı yazma saatim sabah 5, saat :10:00 da yatmıştım ve saat : 2:30 da uyandım ve saat:6:30 da hem kızımı okula hazırlamak ve sonrasında işe hazırlanmak için kalkacağım. Belki hiç uyumayacağım. 🙂
Fakat en sevdiğim zaman dilimini yaşıyorum. Yazıyorum 🙂 Herkes uyurken kendime zaman ayırabildiğim için saatin kaç olduğunun veya uyumak için fazla zamanımın kalmamış olmasının inanın bir önemi yok. Çünkü düşüncelerim kalbime dokunuyor ve pozitif enerjinin tüm ruhuma yayıldığını hissedebiliyorum…
Farkındayım ve şu andayım!
Çok sev…
Bir şeyleri çok sevmek en güçlü enerji kaynağıdır. Her ne yapıyorsan aşkla yaptığında hak ettiğin karşılığı mutlaka alırsın!
Dua et ve şükret…
Her neye inanıyorsan dua et ve şükret! Şükretmek pozitif enerjini çoğaltır ve güzel olan her ne varsa evren sen şükrettikçe sana katlayarak daha da fazla gönderir.
Kendine dön ve Anda kal!
Aynadaki seni gör! Anı yaşa! Derin bir nefes al ve hayatının hep iyiye gideceğine inanarak odaklan. Bırak hayat hızlı aksın, sen anda kal…