Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Bukowski Toza Sordu: Yoksa Arturo Bandini miyim?

“…kimi zaman bir sarayın merdivenlerinde, bir kuytunun yeşil otlarında, ya da odanızda, insanın içini karartan o yalnızlık içinde uyanmışsanız, rüzgara, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: “Saat sarhoş olma saati! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin!”

“Toza Sor”madan “Toz” ne demek, ona bakalım önce. “Çok küçük parçacıklara bölünmüş olan herhangi bir madde” diye tanımlamakta sözlükler. Asalak öldürücü olarak kullanılan katı bitkisel ya da madensel maddelerin öğütülmüşüne de “Toz” denilmektedir. Ya etkilerine ya da yapılarına göre adlandırılırlar: Böcektozu, kenetozu, solucantozu, pelintozu, eğreltitozu. Hayvansal, bitkisel ve madensel kökenli maddelerden elde edilen, organik ve inorganik yapılı, kuru ve birbiriyle bağlantısı olmayan ilaç biçimidir aynı zamanda Toz: powder, pudra, pulvis gibi. İnsan aklını ve bedenini uyuşturan kimyasal tozlardan söz etmeye gerek var mı? Konumuz olan “Toz” ise yaşamı münzevileştiren bir lanetin adıdır.

Charles Bukowski, 1979’da John Fante’nin “Toza Sor” romanı için yazdığı önsözde, zamanın kurbanı olmamayı nasıl keşfettiğini anlatır. Bukowski’de o sıralarda kitabın kahramanı Bandini gibi aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan bir adamdır. Kütüphanede okudukları, ne kendisiyle, ne çok iyi bildiği sokaklarla, ne de etrafındaki ötekileştirilmiş insanlarla uyuşmaktadır. Yazılan tüm kitaplar ağdalı cümleler ve sözcük oyunları ile doludur. Bukowski, kendi karakterinin baştan reddettiği düz ve kurnaz bir dünyanın kültürünü kabullenemiyordu. Hayata dokunan bir anlatı aramaktaydı. Biraz kumar ve tutkuyu anlatacak bir kitabı “Toza Sor”u, o sırada keşfeder. Kitabın cümleleri sayfada yuvarlanıp, kaymaktadır. Fante’nin her cümlesinde kendine özgü bir enerji vardır. Duygusallıktan korkmayan, mizahı da, acıyı da olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçiren bir yazarın karşısındadır ve kendi yazarlığına ömür boyu sürecek etkisi “Toza Sor” ile başlar.

Hatta kendini kitabın kahramanı ile o kadar çok özdeşleştirir ki, yaşamının geri kalanında kendini Bandini olarak tanımlar Bukowski: “O kitabı okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini’yim ben, Arturo Bandini!” diye bağırırdım. Fante benim Tanrımdı ve Tanrıların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum” diyebilecek kadar Fante’den etkilenmiştir. Peki, Bukowski’yi etkileyen ya da büyüleyen bu yazarın sırrı neydi? Yeterince ucuz şarabı, yiyecek bir şeyleri olmadığında ve ev sahibesine kirayı ödeyemediğinde gittiği kütüphanede Fante gibi bir yazarı neden arama ihtiyacı duymuştur Bukowski?

Bukowski’nin tek gerçekliği yazmaktı. Anlatılarında işlediği, ele aldığı konular ve yazma stili dönemin eleştirmenleri tarafından bayağı bulunarak edebiyat dışı olarak görüldü. Bukowski, anlatılarında özdeşleştiği karakterlere “erkeksi” bir rol yükleyerek, yaşamın tüm katmanlarına sızan bu “maço” kültürü ile inceden ve derinden dalgasını geçerek alay etmektedir. Alkol, klasik müzik, kadınlar ve yazmak Bukowski’yi oluşturan değişmez şifrelerdir. Aslında içki ve kadınlar yazması/ yaşaması için vesiledir. Yazmak ve yaşamak ise her gün yazar tarafından seçilen bir intihar biçimidir. Kesin sonuç alabileceği intiharın yolunu da John Fante gösterir. Duygusallıktan korkmadan, mizahı da, acıyı da harmanlayarak yazmak ve yazdığın gibi yaşamak!

John Fante’nin ününü Charles Bukowski’ye borçlu olabileceği söylenegeldi hep. Ben kolaylıkla diyebilirim ki, Fante, Bukowski’nin beklediği rehberdi. Beat kuşağının ortaya çıkmasına daha yıllar varken yazılan “Toza Sor” Bukowski’nin sözünü ettiği ağdalı cümleleri, söz oyunlarını ve edebiyata dair tüm yapaylıkları bitiren bir kitaptır. Fante’nin, “Toza Sor”  kitabındaki rehber ile Bukowski’nin rehberi Bandini bir metafor oluşturabilir ancak.

“Bir mavi kuş var yüreğimde/ çıkmaya can atan /ama viski döküyorum üstüne/ sigara dumanına/ boğuyorum,/ fahişeler, barmenler ve /bakkal çırakları hiçbir zaman/ bilmiyorlar onun orada/olduğunu”

Bukowski, ölmesine asla izin vermediği “Mavi Kuş” ile birlikte, ötekilerin, toplum dışına itilenlerin arasında kendine yeni bir kurgu yaratabileceği ve bu “kaosun/ gerçek yaşamın/ edebiyatın” kapısını açabileceği bir rehber aramaktaydı! Bu rehber Bukowski için, Toza Sor’un yaratıcısı John Fante’dir.

Peki Fante’nin ya da Bandini’nin rehberi kimdir?

Bandini’nin bir akşam kapısı çalınır. Karşısında büyüleyici siyah gözleriyle gülümseyerek bakan olgun ve çekici bir kadın durmaktadır. Kadın viskiyi fazla kaçırmıştır, bundan dolayı gözleri küstah bir meydan okuyarak bakmaktadır Bandini’ye. Kürk yakalı siyah bir ceket, siyah ayakkabılar, siyah etek, beyaz bir bluz ve küçük bir çanta kadının giyimindeki zevki göstermektedir.

“Merhaba,” dedim.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu.

Hiç. Oturuyorum.”

Gelen rehberdir. Bu yabancı kadının varlığı ve yakınlığı Bandini’yi neredeyse felç eder. Korkar. Kadın, ağır ve dramatik bir sesle ezberden şiir okumaya başlar: “Ne olabilirim bir peygamber ve yalancıdan başka/ Anası peri, babası keşiş?/ Süt dişleri çarmıhta çıkmış/ Beşiği suyun altında/ İblisin Tanrı ‘dan olma kızından başka/ Ne olabilirim ?” Kadın, ozan Milay’dan daha çok ozan Milay’dır. “Bu edebiyat” der Bandini’ye. “Edebiyat hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Aptal!” diye çıkışır. Bir “Rehber” geldiğini daha nasıl gösterebilirdi ki? Rehberin adı Vera’dır. Rehber, edebiyatın ve aşkın, Tanrı’dan ve Şeytan’dan ilham aldığını söylemektedir.

Vera, kasıklarındaki dağlanmış, kuru, buruşuk, acınası yaraları göstermeden:

“Söyle, öbür kadınlar kadar güzel olduğumu söyle bana! “ diye sorar; Bandini kadına yalan söyler ve dışarı çıkar. İsyanı Tanrıyadır, “Çünkü Tanrı pis düzenbazın, aşağılık herifin tekiydi, bu kadına yaptıklarından sonra başka ne olabilirdi ki! İn aşağı Tanrı, aşağı in ki seni bir güzel benzeteyim, seni bağışlanamaz pis şakacı seni. Bu kadının ve dünyanın halinin sebebi sensin, bu kadına ne yaptığını görmüyor musun?”

Aslında Bandini o sırada, ne edebiyattan ne de kadınlardan anlamaktadır. Vera’ya göre o, kıyısında durduğu hayatı tanımayan, su katılmamış cahil olmasına rağmen, umut veren genç bir yazardır.

Daha sonra Bandini, Vera Rivken’in Long Beach’teki evine gider. Bandini, Vera’nın kapısından içeri girdiğinde öpüşürler; “ıslak bir sarmaşık gibi, ağzımı arayan dili ürkmüş bir yılanın başından farksız”dır ilk dokunuş.  “Ben benim. Arturo Bandini’yim. Dünyanın en büyük yazarı.” Onu kendime çektim. “Ben bir fatihim,” dedim. “Cortez gibi, ama İtalyan’ım.” Sertleşmeye başlamıştım. Sahici ve doyurucuydu, mutluluk doldu içime, pencerenin ötesindeki mavi gök bir kubbe, dünya ise avucumun içinde tuttuğum minik bir şeydi. Titredim zevkten. “Camilla, öyle çok seviyorum ki seni ! “ Ne yaraları kalmıştı, ne de kurumuş yerleri . Camilla’ydı o , kusursuz ve harikulade. Bana aitti, dünya da öyle. Döktüğü yaşlar beni mutlu ediyor, heyecanlandırıyorlardı. Ve ona sahip oldum.

Dünya garip bir hayal gibiydi artık; hayalet görünüşlü insanlar gelip geçiyordu yaşamdan. Tüm yaşayanlar kısa bir süre için vardı, sonra başka bir yere gidecekti. Kimse hayatta değildi; hayata çok yaklaşılmasına rağmen olmuyordu. Herkes ölecekti.

Rehber, Bandini’ye, aslında Fante’ye “Yeraltı”nın kapılarını açmak üzeredir. Rehberi ile sevişen Bandini, yeraltının kapısındadır. Uyuşturucu ya da seks bağımlıları, hayat kadınları, işsizler, evsizler; yani tüm çarpık hayat Bandini tarafından  Vera’nın bedeninde anlamına kavuşmuştur. Bastırılmış duygularının yansımalarını Vera’da bulan Bandini, genel geçer tüm ahlak yasalarının izinden gitmeyi bırakır: “Bir odada iki kişi; biri kadın; diğeri, Arturo Bandini, ne balık ne de kuş.”

Ne iktidarsızlık, ne kadın korkusu, ne insanları küçümseme, ne sahte kurgu! Hepsi bitmiştir. Bandini, sevgilisi Camilla’nın peşinden yola çıkacak, edebiyatta özgünlüğü yakalayacak, dünya üzerindeki hiçliğinin farkına varacak cesareti bulacaktır. Camilla’nın başkasına olan umutsuz aşkı, uyuşturucu bağımlılığı ve çölde bir bilinmeze gitmesi hem Bandini’nin, hem de Fante’nin edebi gerçekliğini değiştirir/ dönüştürür.

Charles Baudelaire, “Paris Sıkıntısı”nda “…kimi zaman bir sarayın merdivenlerinde, bir kuytunun yeşil otlarında, ya da odanızda, insanın içini karartan o yalnızlık içinde uyanmışsanız, rüzgara, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: “Saat sarhoş olma saati! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle” diye anlattığı durumu pek severiz de çok azımız “saat kaç?” sorusunu sormaya cesaret gösterebiliriz. Çoğunluk, zamanın köleliğinden mutludur; rüzgar, dalga, yıldız, kuş tehlikelidir buralarda ve şiir de, şarap da, erdem de bir insanın sonunu getirebilir. Bukowski’de, Charles Baudelaire’ın dile getirdiği, “Saat sarhoş olma saati”nin sırrını, Fante’nin “Toza Sor”u ile çözebilmiştir.

Bizim de “Toza Sor”abileceğimiz zamanlar gelmedi mi? Belki, “Bandini” olduğumuzun henüz farkında değilizdir. İçimizdeki Mavi Kuş, “Saat sarhoş olma saati!” çağrısında bulunmakta, duymuyor musunuz?

Adına yaşam dediğimiz bu hiçlikte, hepimiz “Toz”un içinde bir anlam bulma çabası göstermiyor muyuz? Mutluluk kırıntıları ile avunurken, yan etkileri üzerimizde denenen başka tozlarla yaşama küstürülmüyor muyuz? Rehberimizi doğru seçtiğimizde “Toz” gerçeği bize söyleyecektir. Buna, Bukowski gibi, John Fante’nin “Toza Sor” romanını okuduktan sonra kesinlikle inanacaksınız.

Kitap: Bayram SARI

Okuma Önerisi: Toza Sor- John Fante

Exit mobile version