Bir yerden bir yere, bir evden başka bir eve, köyden şehire, şehirden köye, insandan insana, etkinliklere, meditasyon kamplarına, sanata, hayvanlara, ağaçlara, doğaya meyletmek…
Gitmek, tepki vermek ya da vermemek, direnmek, sabretmek, eyleme geçmek, uzaklaşmak, yakınlaşmak, terk etmek, ya da öylece durmak…
Çoğu sıradan, anlaşılabilir, kendimizce belli bir mantıkla açıklanabilir bir takım hareketler içinde buluruz kendimizi… Farkında olsak ta olmasak ta, acil iyileşme çabalarımızın bizi sürüklediği, neşe, mutluluk, muhteşemlik vaatleri ile bezenmiş bir hediye paketi gibidir bu durumlar.
Bu hallerin, hareketlerin ham maddesi, neden türediği, hangi ekinlerin meyvesi olduğu en önemli kısımdır bence.
Bilgi ile eyleme ve deneyime yürüdüğümüzde, bir bakıma daha bilinçli ve farkındalıklı yüzleşmeler karşılaşmalar yaşarız. Şöyle bir handikap da vardır ki;
Bireyler, kendilerinin onaylanabileceği türdeki en uygun bilgiyi alıp kendi gerçek davranışı gibi sanarak kullanabilir. Bilgiyi alma ve işleme biçimimizde bazen kendimizi kandırırız. Ve bundan kendimizin bile haberi olmaz.
Bilgi gerçekten idrak edildi ise, bilgiyi işleme yani deneyime geçirme anında, zihinsel hiçbir ayırıma girmeden durum yaşanır.
Tepki vermemenin doğru olduğu bilgisini alan bir kişi, bu role bürünebilir. Aslında içsel olarak bir tepkisi varsa da yokmuş gibi davranarak, bastırır. Bilinçli ya da bilinçsiz yapılabilen bu durum özde “tepkisizlik” halini tam idrak edilemediğini gösterir. Bu konunun gerçekten idraki halinde kişi gerçekten tepkisiz olur ve zihinsel hiçbir durum oluşmaz. Bunun sözünü bile etmez. Hatta ne yaşadığını bilmez bile.
Kendimizdeki benzer kandırma oyunlarını, ait hissettiğimiz alanlardaki tutkumuz, fanatikliğimiz, sevgimiz konularında da yaşayabiliyoruz.
Bir ideolojiyi, öğretiyi, hayvanları, doğayı, sanatı seven, yaşayan insanlar var.
Doğa sever, hayvan sever, sanat sever…Severgiller…
Tüm bunlar çok güzel ve içinde olmazsa olmaz olan “insan” varlığını barındıran duygular ve oluşumlar. Buna rağmen, bu birşey severliği yaşayanlardan duyduğum sözler beni düşündürdü.
Doğa sevgisi adına, insanlardan kaçıp ormana, köye, dağa yerleşen ıssızlaşma çabası içinde olan bireyler.
İnsanları sevmediği için hayvan sever olan bir kısım bireyler.
Bu tür çelişkili sevme biçimleri, birşeyleri sevmeye tutunurken aslında tür olarak bizzat varolduğumuz, deneyimlediğimiz, varoluşumuzu sevmeyi ve görmeyi unutuyor olduğumuzu hissettirdi bana. Hatta kendi doğa severliğimi düşündüm ve irdeledim.
İnsanlardan, iletişimden, ilişkilerden ve aslında bir nevi kendi yaralarımızdan kaçıp, içsel varoluş sorunlarımızı yadsıyıp, kendimizi kandırıyor olabileceğimiz ihtimalini farkettim.
Bazen yalnız kalmak, inzivaya çekilmek, sessizliğe bürünmek isteriz. Doğa, bize yaşamı, yaşananları, varlığımızı idrak edebilmek için, en iyi sağaltımı, iyileştirmeyi yapacak bir ana kucağı gibidir. Tüm bu süreci yaşarken, türleri, varlıkları, iyi veya kötü diyebileceğimiz deneyimleri, eksiği, hatayı yadsımadan, karşılaştığımız yüzleşmelerin, kendimizle olan bağlantısının farkındalığı ile farklı bir bilince evrilebilme olasılığına fırsat vermeliyiz.