“Ey insanoğlu; bu parşömende yazılı olanları iyi oku. Oku; burada var olmadığın günleri bulacaksın, eğer tanrıların bahşettiği bilgeliğe sahipsen. Oku çocuğum; çok uzaklardan sana henüz ulaşan geçmişin ve geleceğin sırlarını oku…”
Ani Papirüs’ünden bir metin
Antik Mısır uygarlığı hep ilgimi çekmiştir. Yaşayışları, giyimleri, firavunları, mimarileri, taht kavgaları, mumyaları, inançları…
3000 yıldan fazla bir süre boyunca tarih sahnesinde ayakta kalan bu uygarlık, İ.S 395’te Bizans’ın egemenliğine girmiştir. Ancak bu durum bile, bu uygarlığın izlerini tamamen yeryüzünden ve hafızalardan silememiştir. Mısır uygarlığı öyle bir uygarlıktı ki, günümüzde kullanılan çoğu tıbbi, mimari, matematiksel uygulamalar, terimler ve bilgiler o dönemde kullanılıyordu. Özellikle tıp alanında oldukça ileri olduklarını bize gösterdiler. Yapılan kazı çalışmalarında bulunan mumyalar, arkeologları şaşırttı. Çünkü bu mumyalarda birçok zor ameliyatın yapıldığı fark edildi. Özellikle beyin ameliyatları… Kafatasları öylesine kusursuz kesilmişti ki, bu günümüzde bile oldukça fazla bilgi ve el becerisi gerektiren bir durumdur. Ama onlar, bunu başarmışlardı. Günümüz doktorları, hastalarını ameliyat etmeden önce röntgen, MR, ultrason gibi cihazları kullanarak iç organlarını ve rahatsızlıkları görebilirken; onlar, mumyalama tekniği ve bu yaptıkları ameliyatlar ile bizlere iç organların yerlerini ve hastalıklarını ne kadar iyi bildiklerini göstermiş oluyor. Üstelik tüm bu teknolojik cihazlar yokken!
Geçenlerde, bir belgesel programında bazı doktor, biyologlar ve arkeologlar kendini kadavra olarak bağışlayan birini, Antik Mısır’ın uygulamalarını takip ederek mumyalamaya çalıştılar. Fakat daha beş hayati organların çıkarılma işleminde bile, Mısırlılara nazaran cesedin vücudunda daha fazla kesik açtılar ve başarısız oldular. Bir süre sonra da ceset, Mısırlıların yaptığı mumyaların ilk 40 günlük çürüme süresine nazaran çok daha kısa bir sürede çürüdü. Peki, antik Mısırlılar bunu nasıl başarmıştı? Belki de bu sır, inandıkları tanrılarında gizliydi. Kim bilir, belki de inandıkları tanrıları onlara bu bilgileri vermişti.
Antik Mısır’da çok tanrılı bir inanç hâkimdi ve neredeyse inançlarındaki bütün mitler, bu tanrıların yaptıkları ya da yaşadıkları ile oluşturulmuştu. Bu tanrılar tıpkı insanlar gibi yiyiyor, içiyor, kızıyor, seviyor ve çocuk sahibi oluyordu. Ve her bir tanrı hayvan maskesi ve gezegenler ile temsil ediliyordu. Mesela çakal başı ile sembolize edilen tanrı Anubis, “ölülerin klavuzu”ydu aynı zamanda yargılacısıydı. Hatta mumyalamayı insanlığa hediye eden tanrı olarak da geçer. Ölümden sonra ruh (Mısırlılara göre KA, BA ya da ANKH) bir yolculuğa çıkar ve bu yolculuğun en son aşamasında ölünün kalbi doğruluk tüyü ile bir terazide tartılırdı. Eğer ölünün günahları fazla ise kalbi terazide ağır gelir ve bu sebeple timsah tanrısı Sobek, ölünün kalbini yerdi. Bu tartılma işlemini ise tanrı Anubis yapardı.
Diğer bir Mısır tanrısı olan Osiris´in ise erkek kardeşi Seth ile olan husumeti Yukarı-Aşağı Mısır ayrımının simgesidir. Seth ve Osiris, Ra’nın çocuklarıdır. Fakat İsis’in (hem Osiris’in eşi hem de bereket ve şifa tanrıçası) başka planları vardır. Bu plan ise Osiris’i kral yapmaktır. Planında başarılı olur ve RA gökyüzüne geri gönderilmeye ve tahttan inmeye zorlanıp, taht Osiris’e kalınca, Seth bunu hazmedemez ve o da bir plan yapar. Bu plana göre Seth, Osiris´i bir yemeğe çağırır ve onu uyuttuktan sonra bir sandığa koyup, üzerine de kurşun dökerek Nil´e atar ve ölmesine sebep olur. Bu sandığa koyup, nehre atılma olayını aynı şekilde Hz Musa’nın sepet içerisinde nehre atılmasında da görürüz. Hatta Seth ve Osiris’in kavgası da bize Âdem ile Havva’nın oğulları olan Habil ile Kabil’in kavgasını ve Kabil’in, Habil’i öldürmesini hatırlatır. Hâlbuki, Osiris ve Seth’in kavgasına uydurma ya da hikâye derken, Habil ile Kabil’in kavgası din kitaplarımızda geçer ve hiç sorgulamadan inanmayı tercih ederiz. Çoğu günümüz dinsel metinlerin, bu mitolojik anlatıların farklı versiyonları olduğunu da görürüz. Örneğin; Nuh tufanı Tevrat’tan, İncil’e oradan da Kuran’a geçmiştir. Hâlbuki Nuh tufanının temeli Sümer tabletlerine dayanır. Ve biz yine hikâye der; geçeriz.
Tekrardan dönelim Osiris’e. Osiris, öldüğünde kız kardeşi aynı zamanda eşi olan tanrıça İsis, ondan sperm alarak, kendini gebe bırakır(burada resmen bir çeşit tüp bebek yöntemi söz konusu)ve Horus’u babasız olarak doğurur. (bu da size, Hz İsa’nın Meryem’den babasız doğmasını hatırlatmış olmalı) Hatta Horus’un, Osiris’in yeniden doğmuş hali olduğuna inanılır.
Peki Horus kimdir?
“Beyaz, büyük, Doğu’nun göğünde yükseldiği zaman Tanrıların ibadetiyle mutlandıran Horus’un gözü sana övgüler.”
Horus, Antik Mısır’da genelde şahin başı ile sembolize edilen ve güneş ile ilişkilendirilen tanrıdır. Aslında Horus Grekçedeki ismidir, Mısır’da Hor ya da Haru olarak anılır. Kanatlı yıldız diski ile de tasvir edilmiştir ve bu disk ile zaman zaman göğe yükselir.
Firavunlar, yeryüzünde kendilerini Horus’un cisimleşmiş halleri olarak tanımlamışlar ve başlarında onun temsili olan şahin armasını bulundurmuşlardı. Buradan Horus’un, Mısır’ın baş tanrısı RA kadar önemli bir konumda olduğunu çıkarabiliriz. Horus’un şahin başı aslında bu kuşun keskin bakışlarının vermiş olduğu görüş yeteneğinin bu tanrıda da olduğundan çok, kişilerin hiçbir hareketinin onun gözünden kaçmayacağı anlamını verir bize. Bu sebeple Mısırlılar bu gözü “vicdanın gözü” ya da “her şeyi gören göz” şeklinde tanımlamaktadırlar. 24 saat açık, kapanmayan ve gözetleyen bir göz olarak düşünmüşlerdir. Her şeyi gören göz deyince eminim çoğunuzun aklına Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un gözü gelmiştir. Aynı zamanda Illuminati piramidinin üst kısımdaki göz sembolü de bu tanıma oldukça benzemektedir. Aslında her şeyi gören göz ve vicdanın gözü şeklindeki tasvirlerin Horus’un gözü ile ilişkilendirilmesi, onun adaletli ve vicdan sahibi bir tanrı olduğunu da bize gösterebilir. O kadar dikkatlidir ve iyi gözlemcidir ki onun gözünden hiçbir şey kaçmamaktadır.
Horus’un aynı zamanda babasının intikamını almak için Seth ile savaştığı, bu savaş sonrasında tek gözünü kaybettiği ve bu gözün ise diğer bir Mısır tanrısı olan Thoth tarafından ona geri verildiği rivayet edilir. Gözün geri verilmesi nasıl mümkün olabilir? Tabi ki başarılı bir göz ameliyatı ile… Belki de Seth ile yaptığı savaştan sonra yaralanan gözü yerine mekanik bir göz yerleştirilmiş ya da ameliyat ile iyileştirilmiş olabilir. Gözün altındaki uzunlamasına çizgi ise bu savaştan sonra Horus’a yapılan bir göz ameliyatının kesiğini simgeliyor hatta bu çizgi geçirdiği bu ameliyatın izini bile tasvir ediyor olabilir.
Antik Mısır’da Horus’un gözü, aynı zamanda şifa aracı olarak da kullanılmıştır. Bunun sebebi ise, gözlerden çıkan enerjinin kuvvetli olmasındandır. Gözler, insan ruhunun dışa açılan pencereleridirler. Günümüzde bile “Allah nazardan ve kem gözlerden korusun.” diye boşuna denmemektedir. Hatta nazar boncuklarının bile esin kaynağı aslında Horus’un gözüdür. Nazar boncukları dikkati çektiği için ilk olarak ona bakılır ve böylece ilk andaki bakışın ilettiği enerjinin kırılması sağlanır.
Horus’un gözünün anlamı sadece bunlarla da kalmamaktadır. Horusun gözü 6 parçadan oluşmaktadır ve bu her parçanın özel bir anlamı vardır. Bu parçalardan 5 tanesi 5 duyu organın temsil eder. Sadece 1/8’lik bölge ise düşünceyi temsil etmektedir. 1/32’lik kısım insanın tanrıya ulaşmaktaki çileli yolu gösterirken, 1/64’lük kısım (gözyaşına benziyor) tanrını şefkatini simgeler. (alıntı)
Hayal gücü mü, gerçek mi?
Ben bu tanrıların hayvan başları şekilde ve tıpkı bizler gibi kıskanmaları, kavgaları, aşkları gibi konularla tasvir edilmesinin nedeninin, Mısırlıların hayal gücü olmadığını, bu tanrıların kendilerini bu şekilde göstermelerinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Yani kanlı canlı olarak onları gördüklerini düşünüyorum ki, bu düşünce sadece benim iddiam değil; neredeyse tüm dünyada bazı kesimler tarafından kabul gören bir iddiadır. Diyeceksiniz ki bir tanrı nasıl kendini gösterir? Cevap basit: Tanrı olmadıkları için… Bu konunun temeli Sümerlilere uzanır. Sümerliler bu tanrıları Annunakiler olarak adlandırmıştır. Tıpkı Mısır’da olduğu gibi onları, etten kemikten bir insan gibi tarif etmişler, zaman zaman onları görmüşler, sohbet etmişler hatta aşk ilişkileri bile yaşamışladır. (Bknz: Gılgamış)
Aynı şekilde bu tanrılar Yunan, Türk ve Hint mitolojisinde de geçmektedir. Sadece farklı şekil ve öykülerle. Bu durumu hala hayal gücü ile açıklamak kanımca mantıklı değildir. Zira bu kadar uygarlığın -ki bu uygarlıklar günümüz modern uygarlığın temelini atmışlardır- hayal güçleri olduğunu düşünmek, sadece kolaya kaçmaktır. Farklı coğrafyalardaki bu kadar insanın, bu tanrıları aynı şekilde tarif etmesi aslında aynı varlıkları gördüklerini gösterir bize. Hatta kanlı canlı gördüklerini. Bu varlıklar ise tıpkı bize benzeyen ama bizden teknolojik anlamda ileri olan, insanlığın ataları yani; Annunakiler’dir.
Kimdir bu Annunakiler?
Bu varlıkların ismini ilk olarak Zecharia Sitchin’in çalışmalarında duyduk. Sitchin’i bu araştırmaya iten sebep ise İncil’deki “nefilimler” yani devler olarak tanımlanan varlıklardı. Sitchin aslında bu varlıkların zannedildiği gibi devler değil, Sümerlilerin tanrıları olan Annunakiler olduğunu keşfetti ve yıllarca bu konu üzerinde araştırmalar yapıp, kitaplar yazdı. Annunaki teriminin Sümerce anlamı “gökten dünyaya gelenler”, “yukarıdan aşağı inenler”, “gökten inen elliler” vb… şeklindedir. Sümerlilere göre, bu insan benzeri uzaylı ırk, Güneş sistemimizde yer alan ve keşfedilmeyi bekleyen Nibiru adlı bir gezegenden, dünyamıza gelmişler; biz modern insanın tohumlarını atmışlar ve bizim tarım, zanaat, bilim, astroloji, matematik, geometri, mimari, mühendislik gibi daha birçok alanda gelişmemizi sağlamışlardır. Sümerliler bu yüzden yaptığımız her ne varsa onların lütfu ile yaptık, demişlerdir. Ve onlarla yaşadıkları olaylar, ilahi metinlere hatta günümüz dinlerine bile girmiştir. İşte bu noktada yukarıda bahsettiğim Horus’un kanatlı bir disk ile temsil edilip; arada sırada göğe çıkmasının anlamlandığını görebiliriz. Buradaki kanatlı disk, aslında bir çeşit UFO’dur. Aslında Horus kanlı canlı bir Annunakidir; tanrı değil. Genelde insanlar, bu tarz varlıkları kabul etmek istemez ve uydurma olarak görür. Çünkü inançlarının sarsılacağını düşünür. Aslında burada inançla ilgili herhangi bir şey yoktur. Onlar da tıpkı bizim gibi tek bir Yaratıcıya inanmaktadır ve sadece bizden teknolojik anlamda ileri varlıklardır. Buradaki asıl dikkat etmediğimiz ve görmezden geldiğimiz konu ise bizim tarihimizdir. Ne demiş M. Kemal Atatürk; “Tarihini bilmeyen milletler, yok olmaya mahkûmdur.”
Yazımı bu konuda araştırmalar yapan, seminerler veren, kitaplar yazan ve bu konuda Türkiye’de tek isim olduğuna inandığım Göktürk Ramu’nun cümlesi ile bitirmek isterim. Annunakiler ile ilgili daha detaylı bilgiyi çıkan son kitabı “Annunakiler”de bulabilirsiniz.
“Kadim tanrılar” denen, Gök ve Yer tanrıları vardır. Onlar, destanların “eski tanrıları”dırlar, ve Sümer inanışına göre, göklerden Dünya’ya inmişlerdir. Bunlar, yerel ilâhlar değildir. Ulusal, daha doğrusu uluslararası tanrılardır. Bazıları, insanlardan bile önce, Dünya’da mevcuttur ve faaldir. Aslında, insanın varoluşunun ta kendisi, bu tanrıların kasıtlı yaratıcı girişiminin bir sonucudur. Bunlar güçlüdür, ölümlü becerilerin veya idrakin ötesinde yeteneklere sahiptirler. Yine de bu tanrılar sadece insana benzemekle kalmaz, hem onlar gibi yiyip içer hem de sevgi ve nefret, sadakat ve ihanet gibi her insani duyguyu da sergilerler.”