”Birçok kişinin, bu hayatta en az bir kez, en az biri için kiminin günah diye, kiminin cesaretsizliğinden vazgeçtiği ne varsa yapılamayan, o role girmek isterdim. Üstelik bu rol, bana o kadar çok yakışmalı ki, Tanrı beni tebrik etmek zorunda kalmalı. Beni, kendi biçtiği rol yerine, benim seçtiğim rolde yaratmadığı için pişmanlık yaşamalı.”
“…ne zaman bir kitap okusam, yazarın kalemine, karakterlerine dokunmuş hissederim, fakat ilk kez bu kitapta satırlara da dokunmak istedim.” Nefson’u okuyup bitirdiğimde, romanın yazarı Ebru Güneş’in kalemine, karakterlerine ve metnin satırlarına dokunduğumu hissettim. Hayali Ali, Binlerce gerçek Kutay’a sorar; “Sence kitabı bana hediye etmiş olması bir daha gelmemi istemediği anlamına mı geliyor?” Hayır sevgili okur, kitap bittiğinde satırlara dokunabilmek için tekrar başa döneceğini bilmelisin. Her ne kadar yazının girişi okuyucuyu şartlandırmak gibi olsa da, demek istediğim; Hayali Ali, kendi görüşünde gerçekçi bir haklılığa sahiptir.
Modern yaşantılarımızda birine hak ettiği değeri gerçekten veriyor muyuz? Bireyselliğimizin ve yaşam karşısındaki davranışlarımızın ne kadarı bize, ne kadarı topluma ait? Toplumsal normlardan, tabulardan; din ve ahlak kurallarından kendini kurtarmış bir varoluş olası mı? Yalnızlık gerçekten özgürlük mü? İntikam çözüm mü? Sorularıyla bizi “var olmakla” ilgili düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmeye/değerlendirmeye davet eden Ebru Güneş, Nefson’da, hayatımızı değiştirecek bir özeleştiri ve yüzleşme zemini sunarken de “Nefis tezkiyesi”nin ilk kademesinde tutsak olmayı gönüllü seçmiş Kutay’ın dünyasında da tehlikeli bir yolculuğa çıkarmaktadır.
Ebru Güneş Nefson sözcüğünü; “ruh, bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler” anlamına gelen nefs’ten türetir. Tasavvuf’da “kendisinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir” şeklinde tanımlanır. “Kötülüğü emreden” anlamına geldiği gibi, Allah tarafından insana üflenen ve “ruh-ı Rahmani”, “ilahi ben” anlamında da kullanılır. Kutay’ın “Nefsi emmare”si ise onun karakterini metinde göstermektedir. Nefson,“kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefise verilen isim”dir. Nefs’i emmare, “Nefis tezkiyesi” kademelerinden ilkidir. Onun için bu kademede nefis henüz arınmadığı için kötülüğün hükmü sürer. Kutay’ın asla kurtulmayı başaramadığı bir kaos da diyebiliriz.
Kutay’ın babasına göre kötülük; “Kendine göre bir oyuncağın yoktu, kendine göre bir Tanrın vardı. Sadece yaşadığın evi değil, gezegeni dahi reddetmiştin. Hayalindeki evde yaşıyor, bizim de o evde yaşamamız için yaşadığımız evi zindana çeviriyordun…” cümlelerinde gizliydi. Babanın veya annenin de Nefs’i emmare’nin çemberinin dışına çıkamadığının delili olarak da okuyabiliriz bu suçlamayı. Kutay’ın hayalindeki ev, kent, ülke, gezegen, yine Kutay’ın hayalinde karakterler ile var olabilirdi; ki kadınlarına, kendince anlamsız isimler takması ve yakalanması olası olmayan bir katil gibi yeni kurbanların peşine düşmesi de bu parçalanan zihninin tek gerçekliğiydi.
Okur; Patricia Highsmith’in 1955’te yayımladığı The Talented Mr. Ripley (Yetenekli Bay Ripley) isimli romanındaki Ripley karakteri ile Nefson’un Kutay karakteri arasında da zaman zaman bir paralellik kuracaktır. Sınıf çatışması ve burjuva ile özdeşleşme miti problematiği üzerine kurgulanan “Yetenekli Bay Ripley ve Ebru Güneş’in Nefson’unda Kutay Karakteri arasında da ister istemez böyle bir bağlantıyı kurabiliyorsunuz. Tom Ripley, yanılgısının kurbanı olarak cinayet ritüellerini zenginleştirir. Saldırganlığını kontrol etmekte zorlansa bile bunu içten gelen öldürme dürtüsüyle ilişkilendirmek yanlış olacaktır. Tom’un kaçındığı şey salt cinayet işlemiş olması ve cinayet suçlusu olması değil, asıl olarak cinsel kimliğidir. Kriz budur; Ripley’in eşcinsel kimliğinin toplumda ortaya çıkmasının korkusudur.
Nefson’un Kutay’ına gelince; Tom Ripley’in yaşadığı eşcinsel kimliğinin bilinme korkusunun aksine, yarattığı hayali karakterlerin salt hayal olmasının bilinmesinden korkmaktadır. Kutay’ın yarattığı hayalleri reddetmesi, hatta insanların başka rollere bürünmesini/arzusunu piçlikle sıfatlandırabilmektedir. “Bence başka bir şey olmayı istemek ütopyadır, ikimizin isteklerine de bu yüzden sözüm yoktu. Fakat başka biri olmayı istemek, bedenlerin plastik cerrahinin altına yatırılması gibi, gerçeklerin de hayallerin altına yatırılmasıydı. Sonra da, hayallerden doğan piç bir hayattı, yani özenilen onun bunun hayatını, hayallerim gerçekleşti diye yaşamaktı. Yani, başka biri olmayı istemek, hayatını piç etmekti.” Babasının, Kutay’a söylediği veya Kutay’ın kendi hayalinde babasına söylettiği suçlama dolu bu sözler var olanı inkardır. Ruh/zihin bölünmesi Kutay’ın kimliğidir! Kimliği ortaya çıkmasın diye, sonuna kadar reddetmesi de doğaldır.
Kutay:”Yazılı olan senaryolara doğulurken, rolün hakkını, hakka kavuşana dek vermek varken, başka roller, bırakalım da, hakikatını yaşayanların olsun” derken; Nefson: ”Birçok kişinin, bu hayatta en az bir kez, en az biri için kiminin günah diye, kiminin cesaretsizliğinden vazgeçtiği ne varsa yapılamayan, o role girmek isterdim. Üstelik bu rol, bana o kadar çok yakışmalı ki, Tanrı beni tebrik etmek zorunda kalmalı. Beni, kendi biçtiği rol yerine, benim seçtiğim rolde yaratmadığı için pişmanlık yaşamalı” der. İki karşıt düşünce de Kutay’ın zihninde yaratılmaktadır.
Kutay neden kendi ölümünü hazırlamaktadır peki? Çocukluk tarafını da yansıtan Ali’ye, “…ben bu saate kadar kimse ile tanışmak istemedim, sokaklarda da kimse benimle tanışmadı. Fakat kimileri şaşaalarıyla, kimileri keşke görmeseler dedikleriyle, yani olmayan her şeyleriyle sokaklarda kendilerini tanıtmayı başarırlar. Yani kimseyle göz göze gelmesem de, tanıttıkları kadarıyla tanıdım ben sokakları. Bir zaman sonra ona da müsaade etmedim, kimsenin kendini bir şey, ya da hiçbir şey hissetmelerine katkıda bulunmamak için başımı kaldırmadan yürüdüm, ayağıma kadar gelenler hariç” kendi ayakları ile gelenlerin, Kutay’ın zihninde yarattığı insanlar olduğunu anladığımız vakit, neden bu karakterlerin ortalıktan aniden kaybolduğunu da çözümlüyoruz. Yaratılan bu hayali kahramanların, Kutay’a bir süre iyi hissettiriyor, dünyaya karşı dayanma gücü veriyor, yalnızlığını katlanılır kılıyor; hepsi bu.
Kitapta da Ebru Güneş’in yazdığı gibi; “Romanın ana karakteri hayatına aldığı kadınlarla ne yaşamak istiyorsa yaşamak istediklerini kısaltarak onlara isim takarmış. Zaten kadınlarla pek de uzun yaşamazmış.” Sadece kadınlarla değil, Ali’yi işlenen bir cinayete kurban eder; anne-babasını kafese kapatıp ölümün yalnızlığına gönderir. Ve Nefson’u şizofren bir tetikçi olarak yaşamına alır ve asla beraber olmaz! Bu uzun ilişki Kutay’ın ölümüyle sonuçlanacaktır.
Nefson, Kutay’ın günah tarafıdır/ölümü için yarattığı katilidir. O’nu kendi yok oluşu için saklamaktadır.
“NEFson, NEF’simin, NEF’esimin SONu: “Tanrı kimimizi ölmesi için, kimimizi de birilerini öldürmek için yarattı” düşüncende bunu teyit etmiştim. Tanrının seni de beni öldürmen için yarattığı inancınla beni öldürerek, Tanrıya bu şekilde hizmet etmiş olacaktın.
Nefson’un: ”Kutay, ikimizin de karanlıkta yaşadığımız, böylece saklayabildiğimizi sandığımız ya da üzerinden bir gecenin karanlığı geçince sabaha kadar geçer sandığımız yaşanmışlıklarımız olmuştur. Bu geceyi de, bu şekilde bana dokunarak, sabah etmek ister misin?” sorusuna;
Kutay: ”Sabahın olmadığı bir yer olursa, sana söz veriyorum orada, o gün bedenimi sana kurban etmiş olacağım” yanıtını verir. Sabahın olmadığı bir yeri/ülkeyi Kutay, kendi ölümü ile seçer. Nefson’una bedenini kurban eder. Kendi ölümü ile birçok kişiliğe bölünmesi de sonlanır. Kutay, yaşamına ve karakterlerininkine son vererek, şizofreninin duyarsız toplumun suratına atılan bir tokat, bir sanat olduğunu kendince kanıtlar!
Bir zamanların ünlü sakızı Tipi Tip’in (Yazarın), romandaki varoluşu anlattığı bölüm; okura şizofren olmanın, hastalığın ötesinde bir anlam ifade ettiğini düşündürür. “Mum ışığı, sigara, alkol, kalem ve kağıt! O, tüm bunları insanoğlunun icatları değilmiş gibi, asıl insanoğlu, bunların hürmetine yaratılmış gibi yaşıyordu. Tipi Tip, ilk sigarasını mum ışığında yakarak geceye başlarmış. Mum ışığında yazıp, yazdıklarını mum ışığında yakar ve alkollü nefesiyle mum ışığını söndürürmüş. Doğacak olan güneş için ay ile beraber geri çekilmeleri başlarmış. O, ayı kendine güneş seçenlerdenmiş.”
Kendine ayı güneş seçenlerdenseniz, Nefson, tam da sizi anlatmakta! Ve “şizofreni bir sanattır!” Kitap bittiğinde anlayacaksınız!
Kitap: Bayram SARI