“Rüyamda, kendimi bir tarlanın üzerinden uçarken buldum. Arkama baktım ve kanatlarım olduğunu gördüm. Geniş ve güzeldiler, hızla çarpıyorlardı. Bir kelebeğe dönüşmüştüm! Öyle bir özgürlük ve neşe hissiydi ki, öylesine kaygısız olmak ve etrafta dilediğim gibi uçmak. Bu rüyadaki her şey her açıdan kesinlikle gerçek hissi veriyordu. Çok uzun geçmeden, Chuang Tzu olduğumu dahi unuttum. Basitçe bir kelebektim, başka hiçbir şey değil. Ama rüya da diğer tüm şeyler gibi, eninde sonunda bitmek zorundaydı. Yavaş yavaş uyandım ve fark ettim ki, hepsinin sonunda ben Chuang Tzu’ydum. İşte bu kafamı karıştırıyor. Ya şimdi rüya görüyorsam.”
Halüsinasyon genel tanımıyla, LSD, esrar gibi uyuşturucu maddelere bağımlı olan ve uzun süre tükettiği alkolün de etkisiyle toplumdan soyutlanan/kaçan kişinin, eylemlerinin başkaları tarafından biliniyormuş hissine kapılarak, yabancı olan fikirlerin zorla benimsetildiğini düşünmesi gibi, duyu organlarının gerçekte olmayan şeyleri var olarak algılamasıdır. Zihin şeylere odaklanamadığında olması gerektiğine karar verdiği görüntüleri oluşturur. Halüsinasyon duyulabilir, görülebilir, tadı/ kokusu olabilir ve hissedilebilir bir algıdır. Kısmi bilinç kaybı, sahte mutluluk, hesaplama hataları gibi belirtiler verebilir. Chuang Tzu’nun rüyasında kendini kelebek olarak görmesini ve Gregor Samsa’nın bir sabah uyandığında kendini böcek olarak bulmasını halüsinasyon mu, yoksa halüsinasyondan uyanma olarak mı adlandırmalıyız?
Eski Çin’de, Chuang Tzu, varoluşunu, gördüğü “Kelebek” rüyasından çıkardığı algılar ile sorgular ve zamanla ilgili yeni bir sorunun kapısını aralar: Kimin zamanını yaşamaktayız, gerçek olan nedir? Bir sabah uyandığında kendini “Böcek” olarak bulan Gregor Samsa ise, kendi var olma durumunu sorgulayacak yetkinliğe sahip değildir. Kafka’nın en bilinen metinlerinden biri olan “Dönüşüm”de, Samsa’nın böceğe evrilmesi ile Chuang Tzu’nun kendini kelebek olarak gördüğü rüya arasındaki paralellik, zaman kavramının ardışıklığının sorgulanması üzerine kuruludur.
Fantastik metinlerde doğal olaylar, gerçeküstü bir ya da birkaç olayı hazırlarken, “Dönüşüm”de, Kafka, fantastik anlatının üzerinde yükseldiği zemini altından çeker ve metnini doğrudan gerçeküstü bir olayla açar, sonrasında bu gerçeküstülük, doğal algılama evreni içinde eritilir. Samsa’nın böceğe belirsiz şekilde dönüşmesi, metnin tek gerçeküstü olayıdır. Zavallı bir böcek, modern zamanın sistemli bir pazarlamacısının taşıyacağı endişelerle boğuşur: “Saat yediyi çeyrek geçeyi vurmadan, her ne pahasına olursa olsun yataktan çıkmalıyım tamamen,” diye düşündü. “Zaten o zamana kadar beni sormak üzere firmadan biri gelecektir, çünkü yediden önce açılır mağaza.” Saat yedi ile yediyi çeyrek geçe arasında yokluğu fark edilecek olan Samsa, başına gelen bu felaketten kurtulacağını zannetmektedir. On beş dakikalık bu zaman dilimi, gerçeküstülüğün doğal algılama evresinin başlangıcıdır.
Bir sabah uyandığında Gregor Samsa kendi “Bok Böceği” olarak bulur, ama halen Samsa olduğuna inandığından, insani kaygılarla boğuşmaya devam eder. Bir böcekken işe geç kaldığı için endişelenmeye başlaması, mağaza müdürünün sitemkâr bir biçimde onu sormaya eve gelmesi, ailesinin bir süre sonra her şeyi kanıksaması, babasının onu katladığı gazeteyle gerçekten bir böcekmiş gibi odanın içine geri tıkmaya çalışması ve herkesin günlük olağan ve modern hayatlarına devam etmesi gibi olgular gerçeküstü dönüşümle yan yana gelince, yani doğal akış içerisinde verilince, bu durumdan tüm karakterlerin de dönüştüğü durumu ortaya çıkar. Chuang Tzu’nun, “Siz de basitçe rüyamın bir parçası olabilirisiniz, diğer her şeyden ne daha az ne daha fazla gerçek,” diyerek, sözünü ettiği durumdur bu.
Uyandığında kendini böcek olarak bulan Samsa’nın aksine, Chuang Tzu, uyuduğunda kendini kelebek olarak dönüşmüş bulur.
“Öğleden sonra geç saatlerde bir gezintiye çıkmıştım. En sevdiğim yerlerden birine gittim, bir ağacın altına. Orada oturdum, uyuyakaldım, ve bir rüyanın içine çekildim. Rüyamda, kendimi bir tarlanın üzerinden uçarken buldum. Arkama baktım ve kanatlarım olduğunu gördüm. Geniş ve güzeldiler, hızla çarpıyorlardı. Bir kelebeğe dönüşmüştüm! Öyle bir özgürlük ve neşe hissiydi ki, öylesine kaygısız olmak ve etrafta dilediğim gibi uçmak. Bu rüyadaki her şey her açıdan kesinlikle gerçek hissi veriyordu. Çok uzun geçmeden, Chuang Tzu olduğumu dahi unuttum. Basitçe bir kelebektim, başka hiçbir şey değil. Ama rüya da diğer tüm şeyler gibi, eninde sonunda bitmek zorundaydı. Yavaş yavaş uyandım ve fark ettim ki, hepsinin sonunda ben Chuang Tzu’ydum. İşte bu kafamı karıştırıyor. Ya şimdi rüya görüyorsam. Yaptığımız her şey her açıdan gerçek gibi görünüyor, ama rüyamda da böyleydi. Bir kelebek olduğu rüyasını gören Chuang Tzu olduğumu düşündüm. Ama ya ben bir kelebeksem, tam bu anda, Chuang Tzu olduğu rüyasını gören? Siz de basitçe rüyamın bir parçası olabilirisiniz, diğer her şeyden ne daha az ne daha fazla gerçek. Yani, bana Chuang Tzu ve kelebek arasındaki ayrımı görebilmemde yardım etmek için hiçbir şey yapamazsınız. İşte bu, varoluşun dönüşümüyle ilgili esas sorudur.”
Zihin, zaman algısını ardışık olarak izlemesinden başka bir şey değildir, diyor, Borges. Isıda, ışıkta, vurguda, fizyolojik durumlardaki farklılıklarda, herhangi bir kesinlik kazanmadan yinelendiği için bir zaman ve dönüşüm algısı oluşmaktadır. Şu sorulabilir; birer süreklilik olan madde ve ruhun dönüşümleri, bir süreklilik olan zaman kavramının olmazsa oluru mudur?
Chuang Tzu’nun rüyasını bilen bir grup insanın da kendini önce bir kelebek, sonra da Chuang Tzu olarak rüyasında gördüğünü varsayalım; o zaman tamamen örtüşen anlar aynı olmayacak mı? Aynı rüyayı gören kişinin de bir kelebek mi, Chuang Tzu mu, yoksa kendisi mi olduğu hangi kesinlikle söylenebilir ki? Kuşkunun nedeni zihnin yarattığı halüsinasyon olabilir mi? Kim, kimin gerçekliğinde küçük rollerini büyütebilmek uğruna boğulmaktadır? “Zihin olmaksızın ne düşüncelerimizin, ne tutkularımızın, ne de imgelerimizin biçimlendirdiği düşüncelerimizin var olamayacağını herkes kabul edecektir,” diyor, Berkley. “O zaman kimsenin duyumsamadığı acıların, görmediği renklerin, dokunmadığı biçimlerin var olduğunu kim söyleyebilir?” diye bir paradoksal soruyu da ortaya atmıyor mu?
Algılara madde eklemenin, dünyaya kavranılamaz bir dünya eklemek olacağını söylemektedir Berkley. Duyuların imal ettiği görünür dünyaya inanıyordu ve maddeci dünyanın yanıltıcı bir ikilem olduğunu öne sürüyordu. Berkley’in söyledikleri üzerinden gidersek; şeylerin varlığı, kendilerini algılayan zihinlerin ya da düşünen şeylerin dışında var olmaları olanaksızdır, diyebileceğimiz kesinliğe ulaşırız. Peki, şeyleri algılayan hiç kimse olmasa bile var olmayı sürdürmelerine ne demeli? Bu sorunun yanıtı, Berkley’in şu sorusudur: “Beyin, duyu algılayan bir şey olduğundan yalnızca zihinde var olabilir. Zihindeki bir düşüncenin ya da bir şeyin öteki düşüncelere yol açtığı varsayımını akla yakın mı buluyorsun? Eğer, yanıtın evetse o ilk düşüncenin ya da beynin kökenini nasıl açıklarsın?” Berkley, duyulardan gelen izlenimlerin ardında bir nesne olduğunu yadsımaktadır.
Psikolog Clay’in bulduğu ve William James’in geliştirdiği, bir saniyenin kısa bir kesitiyle birkaç saniye arasındaki süreyi “şimdiki zaman” diye adlandırdığı teorisi, zaman kavramını açıklayabilir mi? Açıklayabilirse o zaman evrenin tarihi de insanın yaşamı da şimdiki zaman kadar sürmektedir, hatta insanın bir gecesi veya gündüzü olmayan bir tarihi de yok, denilebilir. Tarih yoksa, salt yaşadığımız “an”lar bütünü vardır; bu da geleceğe dair duyulan umutların, endişelerin, korkuların ve yaşanmayan olaylar zincirinin ne kadar boş olduğunu göstermektedir.
“Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın/ Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz/ Yalnızca bir düş içinde bir düş…” Edgar Allan Poe haklı, niye mi? Çünkü, “Oldum olası içimde biri; tüm gücüyle, hiç kimse olmamaya çalışıyor…” Albert Camus’nun dediği gibidir hayat, yalnızca bir düş içinde bir düşte var olma durumuna, ancak hiçbir şey olabilerek katlanabilir insan.
Kimin rüyasında, kime ve neye dönüşebileceğimizi asla bilemeyiz!
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI