Hayata ve insana dair ne varsa sanatlarına yansıtan kadınların duyarlılığı, yine hayata, insana dair yaşadıkları hayal kırıklıklarından dolayı yeryüzünden kopuşlarını da beraberinde getirdi.
Janis Joplin, 1969 yılında, “Pearl” albümün kayıtları için stüdyo çalışmalarına başlar ancak, ihtiyaç duyduğu ilham perisini çağırması için müptelası olduğu eroinin kapısını çalar. 4 Ekim 1970 günü, henüz 27 yaşındayken, Los Angeles’taki, Landmark Motor Hotel’de aşırı dozda eroin yüzünden hayatını kaybeder.
60’larda New York’lu bohemlerin merkez üssü “Chelsea Hotel”di. Bob Dylan’dan Andy Warhol’a, Patti Smith’ten Charles Bukowski’ye kadar herkesin yolunun düştüğü bir köprü, bir kavşak. Bir gece Cohen ve Janis Joplin otelin asansöründe karşılaşır. Ünlü ve çok yalnız iki insan. Cohen o günü “Janis beni değil Kris Kristofferson’ı arıyordu; ben de Janis’i değil Brigitte Bardot’yu arıyordum” aslında diyerek anar. İki yalnız birbirlerine sığınırlar. “Dağınık bir yatakta” yaşanan, “tek gecelik” bile denemeyecek bu macera, Cohen’in “Chelsea Hotel No.2” şarkısıyla ölümsüzleşir:
“Tatlı tatlı konuşurdun, yüreklice/Ağzına alırken dağınık yatakta/Limuzinin beklerdi sokakta;
İşte sebepler bunlar, New York böyleydi işte/Para ve şehvet peşinde koşardık durmadan/Adına da aşk derdik bunun, biz şarkı işçileri/Belki hâlâ da öyledir, varsa bizden geriye kalan;
Sonra çekip gittin işte bebeğim/Sırtını kalabalığa döndün ve çekip gittin/Gittin “Sana ihtiyacım var,” dediğini hiç işitmedim/Hiç “Sana ihtiyacım yok,” da demedin;
Seni hatırlıyorum Chelsea Oteli’nde/Meşhurdun, yüreğin bir efsane/Tekrar tekrar söylerdin yakışıklı erkek isterim diye/Ama bana bir kıyak yapacaktın işte;
En çok seni sevmiştim diyorum sanma/Ölen her serçenin hesabını tutamam ki/Seni hatırlıyorum Chelsea Oteli’nde/İşte o kadar, çok sık düşünmüyorum seni.”
Cohen, belki Joplin ile yakınlaşmasını gerçek anlamda aşk adına çözebilen tek erkektir.
Türk sinemasında da Janis Joplin ve Amy Winehouse’un ruh ikizi diyebileceğimiz bir Cahide Sonku efsanesi var. Aşktan kahramanlık öykülerine kadar her olayın örgüsü erkeklerin etrafında şekillenirken, erkeklerin yazdığı, kadınların figüran kaldıkları senaryoda asla teslim alınamayan bir Cahide Sonku!
Sinemanın değilse de, tiyatronun başlangıç yıllarında gerek kadın gerekse erkek oyuncuların, belirli ekonomik ve kültürel düzeye sahip oldukları gözlenir. Bu nedenle Yemen doğumlu (1916) Cahide Serap adlı genç kızın “Cahide Sonku” adıyla hızla yükselişi, erkeklerin gözbebeği oluşu şaşırtıcıdır. Türk sinemasının erkek starını yaratmadığı bir dönemde, dişiliğini fütursuzca(!) sergileyen bir kadın imgesinin ilk kez prim yapmasıdır şaşırtıcı olan. Bir “idol”, yerli “Marlen Dietrich” sıfatlarıyla anılır Cahide Sonku. Gizemli, soğuk, güzel ve sarışındır. Önce Halkevleri Tiyatrosu, İstanbul Belediye Konservatuarı, ardından da Muhsin Ertuğrul’un keşfiyle Darülbedayi’de (1932-Şehir Tiyatroları) “Yedi Köyün Zeynebi” ile oyunculuğa başlar. Sonraki yıl Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Söz Bir Allah Bir” filmiyle sinemaya geçer. O tarihlerde 16 yaşında olan Cahide Sonku, Batılı bir anlayışla sinema yapmaya çalışan Muhsin Ertuğrul’un elinde yoğrulacak bir hamurdur. August Strindberg, Lev Tolstoy, William Shakespeare ve Anton Çehov gibi yazarların oyunlarında Cahide Sonku, tiyatronun “tek adam”ı Muhsin Ertuğrul’un gözbebeği olur. 1937’de çekilen ve Türk Sinema Tarihine “İlk köy filmi” olarak geçen “Bataklı Damın Kızı Aysel” filmi, Cahide Sonku’ya, Türk sinemasının ilk “star” oyuncusu unvanını getirir.
“Büyükleri sayarım. Galiba büyük oyuncu benmişim. Ama benzerimi aradım, bulamadım…”
Cahide Sonku’nun sanat ve kendi yaşamındaki çelişkilerin/acıların bir çığlığı mıydı kimsenin duymak istemediği? Benzerini bulmayı, kendi varoluşunun kanıtı mı sayıyordu? Varoluşunun kanıtını zirvede bulamayınca diplere inmesi kendi özgür seçimi miydi? O da Amy gibi, “kendilerini iyi göstermek için şeytanı kötü gösterenlere” mi kızgındı?
Agah Özgüç’ün, “Peçete Kağıdındaki Anılar, Cahide Sonku” adlı kitabında, dönemin sanatçı ve yazarlarının izlenimlerini okuduğumuzda Cahide’nin farklı ruh hallerinin ayrımına varırız. Kapıcısı Miço’nun,“ Pabuçlarındaki parlak taşlar bile yalancı değil, gerçek pırlantadır” sözlerini; Haldun Taner: “Bir kraliçe hayatıdır yaşadığı. Sigaralarını altın bir tabakada taşır. Onları zümrütlerle süslenmiş çakmaklarla yakar. Kleopatra gibi süt banyosu yapar” sözleri ile “Süper Star” ruh halini desteklerken; Zeki Müren’in, “Melahat İçli’nin yazıhanesinde oturuyoruz. Bir yere film çekmeye gideceğiz. Elektrik teknisyeni ışığı yanlış ayarlamış diye o sivri, şık, altın suyuna batmış topuklu rugan pabuçlarının burnu ile çocuğun dizini tekmeledi…” ve Selim İleri’nin, “Beyoğlu’nun arka sokaklarında gördüm Cahide’yi. Yüzünün çizgileri hala incecik ama teni paralanmışçasına… Sağ elinde mavi ispirto şişesi vardı. Sol eliyle de dudakları arasında bekçi düdüğünü tutuyordu. Uzun uzadıya çaldı o düdüğü…” izlenimleri de bir yıldızın nasıl kaymaya başladığını anlatmaktadır.
“Ondan gücü ve sadakatsizliği öğrendim. Beni kocam İhsan Doruk yıktı… Adnan Menderes’le aynı günde tevkif edilmişti. Onu ben tevkif ettirdim, biliyor musunuz? Bana neler yapmadı ki? Kış kıyamet günü oturduğum evin kaloriferlerini mahsus yaktırmıyordu. Nasıl unuturum bunları.” dediği, Demokrat Parti’nin kolladığı işadamlarından olan, önce tütün eksperliği, sonra tütün ticareti yapan ve tütün kralı olarak tanınan ihsan Doruk’la 1943’teki evliliği ve şiddetli geçimsizlik, Doruk’un ihaneti sonucu gelişen ayrılığı; Muhsin Ertuğrul’un eşi Neyyire Neyir’i kaybedince Doruk’tan boşanan Cahide Sonku ile evlenmek istemesi ama reddedilmesi; daha sonra aşkı ve starlığı ondan öğrendiğini söylediği şair, aktör, yönetmen Cahit Irgat ile yollarının kesişmesi sanatçının yaşamındaki dönüm noktalarıdır. Hayatı hakkındaki en önemli eleştiriler de bu dönemiyle ilgilidir, alkolik olarak anılmaktadır. Yoksul ve perişan bir haldedir. Örneğin, Atıf Yılmaz anılarında, bir barda, Cahide Sonku’yu ve Cahit Irgat’ı gördüğünü yazar, ikisinin de sarhoş ve parasız olduğunu, gidecek yerleri olmadığını fark etmiştir.
Cahide’nin, şöhreti ile ele geçirdiği iktidarı “bir erkek gibi” kullanması içinde bulunduğumuz coğrafyada asla hoş karşılanmadı. Cahide, “iktidarın” cinsiyetine bürünüverdi. Bir kadın olarak ayakta kalabilmek için yapacağı başka bir şey de yoktu belki. Cahide, “Yeşilçam”a, yapımcılığın ve yönetmenliğin erkeğe özgü bir iş olmadığını gösterdi. Erkeklerin egemenliğinde olan Yeşilçam’ın Cahide gibi önce yıldız yaptığı, mitleştirdiği bir kadını daha sonra yutması zor olmadı. Cahide, hırslarını ve tutkularını sinema üzerinden kullanırken sinema dışından konularla yok edilmek istendi.
Hep o güzel bedeni üzerinden yargılandı, değerlendirildi. Yaşadığı yılları ve ortamları göz önünde bulundurursak, evlenip boşanmış bir kadının, onun gibi güç sahibi de olursa nelere maruz kalacağını düşünmek hiç de zor olmayacaktır. Yıllar sonra pek çok kişi tarafından dillendirilen “aslında benimle birlikte olmak istiyordu, ama ben istemedim” hikayeleri “erkek” dilinin ve kültürünün eseri değil miydi? Ne yapsa hep “tuhaf ve ‘düzeysiz” kaldı. Belki de kişiliğinde var olması muhtemel sorunlar hep kadınlığıyla birleştirildi. “Özgür kadın” imgesinin taşıdığı bütün olumsuzlukları üzerinde taşıdı. Bu yüzden dudak bükülerek anlatıldı hep. Taşıdığı simgeyi, döneminin erkekleri de, kadınları da kabullenemedi.
Amy Winehouse, Janis Joplin ve Cahide Sonku’nun tarzları/felsefeleri ile günümüzün “yeraltı” tanımına uyan bir yaşamı biz seyircilerine/dinleyicilerine sunmuş/sunuyor olabilirler. Anlamamakta ısrar ediyoruz oysa; aşkı, sahiplenmemeyi, sanatı! Ya ucuz cinsellik anlayışımızın dar penceresinden ya da katı ahlakçı çizgimizden değerlendiriyoruz bu kadınları ve günümüzdeki benzerlerini. Onların, hayatlarını kısa bir nefes gibi dolu yaşadıkları gerçeği, yaşanmamış yıllarımızın utancı olacaktır.
Kültür Sanat: Bayram SARI