İlişkiler, ruhumuzun en büyük sınav alanıdır. Dışarıdan baktığımızda, karşımızdaki kişinin ne kadar erdemli, ne kadar sadık ve ne kadar güçlü olduğunu görürüz. Ancak o kişinin tüm bu potansiyeli, en çok hak eden kişiye—bize—yönlendirmeye üşenmesi, bizi derinden sarsar. Bu durum, sadece bir dışsal eksiklik değil, iç dünyamızdaki kabul görme ihtiyacının tetiklenmesidir. Karşımızdakinin ihmali, bizim kendimize dair beslediğimiz karanlık, kabul edilmemiş hisleri (değersizlik, yetersizlik) yüzeye çıkarır.
Bu yüzleşme, aslında bir içsel gelişim çağrısıdır; bir başkasının eksikliği üzerinden kendi tamlık yolculuğumuzu başlatma zorunluluğudur.
İlişkideki “yük olmak yerine denge olmak” olgusu, bizim dış dünyaya sunduğumuz yüz ile ilgilidir. Bazen birine taşıyamayacağı kadar sevgi, ilgi ve fedakârlık veririz. Bu aşırı vericilik, içten gelen bir cömertlik olmaktan çok, karşımızdakinin bizi sevmesi, takdir etmesi ve yanımızda tutması için bilinçli veya bilinçsizce yarattığımız o idealize edilmiş “iyi insan” kimliğidir.
Bu idealize kimlik (maske), sadece bizi yormakla kalmaz. Aynı zamanda, partnerimizin kendi istenmeyen, bencil veya ihmalkâr yönleriyle yüzleşmesini engeller. Eğer biz sürekli fedakârlık yaparak boşlukları doldurursak, karşımızdaki kişi, kendi sorumluluklarını ve hatalarını görme ihtiyacı hissetmez. Sevgi, bu anlamda, her iki tarafın da büyüme yolculuğuna engel olmamalıdır. Denge, yani ölçülü bir ilgi, hem bizi tükenmişlikten korur hem de karşımızdakine kendi payına düşeni yapma sorumluluğunu hatırlatır.
Hayat, bizi kaçınılmaz bir seçime zorlar: Hangi acıyı yaşayacaksın?
Ya dış dünyanın kabulünü almak uğruna, kendi doğandan ve özünden vazgeçerek yaşamanın verdiği o kronik boşluk acısını seçeceksin; ya da gerçekte olduğun kişi olup, dışarıdan gelen reddedilme acısını.
Ruhsal bütünlüğümüz, bize ikinci yolun daha onurlu olduğunu fısıldar. Başkasının onayını almak için kendi içsel hakikatimizden vazgeçmek, ruhumuza yaptığımız en büyük ihanettir. Gerçekleşmeyen bir hayal, yani sürekli ertelenen ve yaşanmayan o sade an, sadece bir eksiklik değil; içimizdeki bütünlüğün, dış dünyada yer bulamama hissinden kaynaklanan koca bir yokluktur.
Bizi sürekli erteleyen, otantik benliğimizi yaşamamızı engelleyen bir bağdan kendimizi çekip almak, bazen içsel evrimimizin en kritik adımıdır. En hayırlı ilişki, bize gerçek benliğimiz olma cesaretini veren, karanlık ve aydınlık tüm yönlerimizi kabul etmemizi destekleyen ve sadece varlığımızla yetinen ilişkidir. O dengeyi bulmak, sadece aşkı değil, kendi bütünlüğümüzü de inşa etmektir.



