İnanç… Hep sorgulanmaya mahkum ve zaten sorgulanması gerekendir. İnkar etsek de, içimizde bir yerlerde acabaların cam kırıkları üzerinde yürümeyi seçtiğimiz yol, inanç sistemimizdir. Gözümüzü kapatıp bir vecd halinde yürümeye çalıştığımız bu yol aydınlandıkça insanlığın canını daha çok acıtmaya ve sorgulamaya daha yatkın hale getirmiştir. Sorgulamamayı seçenler ise saldırganlaşarak, diğer inanç sistemleri ile savaş halinde olmayı kendilerine hak görür hale gelmişlerdir. Bilmeleri gereken mutlak gerçek ise her sistemin sonunun aynı kapıya çıktığı ve bu kapıyı yalnızca temiz bir kalbin açabilecek olduğudur.
Her sistemin kendine özel, temelde benzer olan ödül ve ceza vaatleri var, ancak bunlar artık insanoğlunu kurtarmak için yetersiz kalıyor. Çünkü evrimleşen insanoğlu artık çocuklarında bile ödül – ceza yöntemlerinde hezimete uğruyor. Çikolata ile yönlendirilmeye çalışılan yeni çocuklar artık çikolata kazanıp kazanmamalarının o denli önemli olmadığını ve illa bir seçim yapmaları gerektiğinde özgürlüklerini seçebilecek yüksek algıya sahip iken ödül odaklı inanç sistemlerinin başarısızlığına şaşırmamak gerekli. Madde bedenine sunulan cazip bir ödül, ancak ruhu zaten kıymetli özgürlüğe sahip yeni çocukların ihtiyacı yalnızca sevgidir. Eğitim de, ancak sevgi ile gerçekleşebilir. Sevginin olmadığı yerde ya biz onları zorla dogmaların prangalarına vururuz ve özlerini kaybederiz, ya da onlar yüksek bilinçleriyle bizi teslim alır ve yeniden öze kavuşturur.
Sistemler toplumları ayrıştırıyor, yabancılaştırıyor ve bizlere de inanç sistemleri uğruna yakıp yıkılanları izlemek düşüyor. Peki bu sistemler hatalı olabilir mi? Sorgulamamız gereken nokta ne? Aslında sistemler hatalı değil, sadece odaklandığımız kısım hatalı. Her sistemin ana fikri aynı ve bizleri sevgiye yönlendiriyor. Ancak madde bağımlısı, ödül avcısı insanoğlu için yetersiz kalan yaradanın sonsuz sevgisi yerini yine cennetin madde vaatlerine bırakıyor. Durumu biraz daha netleştirmek adına öncelikli yapmamız gereken bir ayna bulmak. Ve aynada gözlerimizin derinliklerine bakıp sana inanıyorum demek. Sana inanıyorum… Evet, inanıyorum. Ancak bunu zikrederken derinlerden gelen gerçeğin yansımaları sizi gerçek anlamda şaşırtabilir. Neden bana inanıyorsun? Gerçek değilsem de mi inanıyorsun? Sanki devamlı bir şey kanıtlamaya çalışmak gibi ‘sana inanıyorum’. İşte çatışmanın başladığı nokta tam olarak da burasıdır.
‘İnanmak’ kelimesi zikredildiğinde başlı başına ‘tüm güvensizliğe rağmen’ yankıları yaratırken bahsettiğimiz inanç ne derece sağlıklı olacaktır tartışılır. Halbuki ruhumuza fısıldadığımız ‘sana güveniyorum’ ya da ‘seni seviyorum’ olsaydı işler apayrı olacaktı. Çünkü özümüz güvenebilir. Bebek doğduğunda annesine güvenir. Biz sonsuz bir güven ile doğarız ama inanmaya ihtiyaç duyduğumuzda kendimizi inanç ve güvenmek ikilisinin arasındaki ince çizgide yürüyor halde buluruz. Seçeceğimiz bütüne güvenmek ise her şey yeniden sevgiden ibaret olabilir. Bu sevgiyle toplum ile birleşebilir ve toplumları da birleştirebiliriz. Ve her durumu güven ile iyileştirebiliriz. Ancak bu şekilde ilerlemek kaçınılmaz olacaktır. Eğer bütüne güvenmek yerine sisteme inanmayı seçersek önce kendi iç çatışmamız başlayacak, sonrasında ise toplumlar ayrımlaşacaktır. Sonuçta insanoğlu kuyruğunu kovalama durumundan öteye gidemeyecektir. Kuyruğunu kovalayan toplumlar varolduğu sürece savaşlar, eşitsizlik, tatminsizlik ve üzerimize yapışan mutsuzluk ile Dünya’yı üzerinde yaşanılası değil, sadece katlanılabilir şekilde algılamak daha yerinde olacaktır.
Bütünün hayrına olacak şekilde atılacak ilk adım inanç sistemlerinin getirisi olan dogmaların, şekilciliğin yıkılması olacaktır. İlk etapta imkansız görünen bu durum aslında aydınlanma yolunda bizlerin yegane çıkış yoludur. Dünya’nın birçok yerinde bu duruma önderlik eden kişilerin sayısı her geçen gün artmakta ve karanlığa karşı umutlar yeşermektedir. Bu eşsiz dalga ile onarılması gereken salt sevgi ve güven olacaktır. İnsanoğlu artık ödüle ihtiyaç duymayacak, cezadan korkması gerekmeyecek. Zaten yüce bir varlığın yansıması olduğunu bilecek ve annesine güvenen bir bebek misali yeniden özgürlüğüne doğacaktır. İşte o zaman bir aynaya ihtiyacımız da kalmayacak, en nihayetinde öz her yerde olacaktır…